Absürt tiyatronun ilk eseri ve mihenk taşı, modern tiyatronun da akla ilk gelen eserlerinden birisi olan "Godot'yu Beklerken" oldukça kolay okunabilir bir metin. Buna karşın eğer absürdizmi tanımıyorsanız karşısında kolayca "zevkine güvendiğiniz insanlar tarafından şiddetle önerilmesine rağmen deneyimlerken bir türlü o bütünleşmeyi sağlayamayıp çarpıcı bulduğunuz kısımlarda 'vay be güzel söylemiş, ne kadar derin' gibi fikir yürütmeye ve anlam atfetmeye çalışma durumuna" veya daha basit bir ifadeyle pek çok insanın (ben de bu insanlara dahilim ve önerilerinize açığım) görsel ve plastik sanatlar karşısında (hele de bilinen bir eserse) içinde yapay duygular uyandırmaya çalıştığı duruma düşebilirsiniz. Bu yüzden (kendim çok yetkin olmasam da) absürdizmi açıklayarak başlamayı uygun görüyorum.


Romantizm ve Absürdizm

Bence absürdizmi anlamak için ilk önce romantizmin anlaşılması gerekiyor. Romantizm insanın hislerini, bakış açısını temel alan ve yazında kuralları reddeden Fransız İhtilalinin kanlı günlerinden sonra şekillenen bir yaklaşım (temellerini oluşturan varoluşçuluğun olmasa da absürdizmin şekillenişinin de insan hayatını hiçe sayan 2. Dünya Savaşı ertesinde olması tesadüfi olmasa gerek). Romantik bir ressam olan Eugene Delacroix "Biz romantik olduktan sonra dağlar güzelleşti" sözüyle olayı özetliyor aslında. Bu bir anlamda objemizin nesnenin kendisi değil de bizde uyandırdığı izlenimler, bizim onu algılayış biçimimiz olduğunu ilan etmektir. Ki daha sonra bu bizi absürdistlerin yaptığı gibi dünyanın aslında ne kadar "yabancı", "yoğun" ve bizce kavranamaz olduğu iddiasına götürür. Bu noktada Camus "yüklediğimiz bu düşsel anlamların, şeylere önceden verdiğimiz biçimlerin", "insanbiçimselliğin" farkına varışla birlikte uyumsuzun yani absürtün ortaya çıkışını ilan eder. Önünüzde bulunan masa ona yüklediğiniz anlam ve görevlerin ötesinde aslında bir tahta parçası ve hatta onun da ötesinde (çünkü tahta parçası demek dahi onu insansala indirgemektir) bizi aşan, anlaşılamaz bir şeydir. Bu uyumsuzluk noktasındayken gördüğünüz bir başkası da sizde "anlamdan yoksun pandomimler" sergileyen bir varlık hissi oluşturacak, ve hatta belki de aynanın karşısındaki yabancı dahi size absürt gelecek. Bu düşünce buhranlarında "direnç ve açıkgörüşlülük" sergileyen birey, içinde yaşadığı dünyanın absürdlüğü ve anlamsızlığı içinde Mersault için neden "fark etmediğini" ya da neden "hepsinin bir" olduğunu anlayacaktır fakat unutmamalı ki absürdizm "nasıl olsa fark etmiyor" değil, çok daha ötesi ama bu başka bir yazının konusu. Bu konuyu bu kadar uzatmamın sebebi bu kitabı gerçekten anlamak için absürdizmin anlaşılması gerektiği, kendi sınırlı ve eksik bilgimle bunu sıkmadan yapabildiğimi umut edip kitaba geçiyorum.


Burdan sonrası eserin içeriği hakkında, henüz eseri okumadıysanız okumak istemeyebilirsiniz.

Godot'yu Beklerken

Bana kalırsa yoruma çok açık bir eser ki Beckett'in kendisi bile Estragon ve Vladimir için "emin olduğum tek şey melon şapka giydikleri" demiştir (bence bu daha sonra değineceğim gibi kitabın duruşu açısından da önemli bir söylemdir). Bu yüzden yapacağım bütün çıkarımlar çok da özgün sayılamayacak yorumlarım olacak.


Bir kır yolu ve kuru bir ağaçtan ibaret sahnemizin iki ana kahramanı Estragon(Gogo) ve Vladimir(Didi) sanki bir insanın iki parçasını, sırasıyla bedenini ve aklını temsil ederler. Estragon ayağına vuran çizmesiyle uğraşıp, dayak yeyip, yiyeceği şeyi veya parayı düşünüp dururken ve Godot'yu "ekip" buralardan gitmelerini önerirken Vladimir kafasını kurcalayan şapkasına bakmakta, düşünmekte ve Godot'yu beklediklerini, gidemeyeceklerini sık sık hatırlatmaktadır. Ayrıca oyunun ilk kısımlarında o olmasa bir kemik yığınından farksız olacağını söyler Estragon'a.


Dediğim gibi oyun yoruma çok açık ve bunun en önemli nedeni olarak üslubunu görüyorum. Oyun Shakespeare oyunları gibi bir olaylar, entrikalar zinciri ve bunun üzerine atılan tiradlardan oluşmuyor. Kahramanlarımız aslında ilk bakışta anlam verdiğimiz fakat absürdist bir bakış açısıyla anlamsızlığını keşfedeceğimiz eylemlerde bulunup bunların üzerine konuşma yapmazlar. Aksine direkt olarak anlamsız bulacağımız hareketleri tekrarlarlar. Beckett bununla, kahramanlarına hangi hareketi yaptırırsa yaptırsın bundan farklı olmayacağını, aslında günlük devinimlerimizin de bu kadar anlamsız ve absürt olduğunu haykırıyor.


İşte kahramanlarımız bu absürtlükler içerisinde Godot'yu beklerler. Godot kimdir, doğru yerde mi bekliyorlardır, doğru zamanda mı bekliyorlardır ya da Godot onlara ne getirecektir? Onlar da bilmezler bunu. Beklerken ne yapacaklarını bilmezler, kendilerini asmayı düşünürler ama "bedenin yargısı" (Estragon) bundan vazgeçer, buna Godot geldikten sonra karar vermeyi planlarlar. Estragon gitmek ister, yolun güzelliğini, hazlarını över ve Vladimir'i kızdırıp, kendinden uzaklaştırır (kendine yabancılaşma).


Oyunun diğer iki önemli karakteri efendi Pozzo ve uşağı Lucky. Onlar Didi ve Gogo'nun aksine daha muhtemel ama aynı derecede anlamsız (ilk bakışta dahi) hareketler sergilerler. Bekleyenlerin aksine yolda olan, Pozzo'nun yerine oturmak için makul bir sebep bulmaya çalışmasından Lucky'nin elindeki yükleri asla bırakmamasına yazmakla bitmeyecek tüm hareketlerinde anlamsızlık peşimizi bırakmaz. Lucky'nin durumu akıllarımızda bir soruyu doğuruyor: Boynuna geçmiş ve onu yaralamış sahnenin yarısı uzunluğundaki iple ve elindeki hiç bırakmadığı yüklerle (ki bir bavul dolusu kum taşır) ismi arasında (şanslı) bir tezat mı oluşturmak istemiştir Beckett? Hiç sanmıyorum. Lucky'yi şanslı yapan şey hayattaki amaç ve görevinin gayet açık oluşudur. Lucky bunlarla yaşar, bunlarla ilerler. Kendine gelmesi için yükleri eline verilmelidir.

Bir de ilk perdenin sonunda bir çocuk gelir ve Bay Godot'nun bugün gelemediğini ama yarın kesinlikle geleceğini söylediğini iletir. Ümit vadeden bu durumu yazımın sonunda incelemek istiyorum.

Ertesi günü geçen ikinci perdede ise daha açık göndermeler mevcut. İlk perdede bahsettiği gecenin puf diye birden gelişi gibi birden kör olmuştur Pozzo'da. Ne zaman olmuştur? Bilmez, bunun bir önemi yoktur da. Bir gün olmuştur işte! Aynı günün birinde birden doğmuş olup günün birinde birden öleceğimiz gibi. Lucky'nin yardımıyla ilerlerken sahnenin ortasına düşer ikisi de. Vladimir'in etkileyici söylevleri burada başlar:

"Kulaklarımızda hâlâ çınlayan imdat çığlıkları bütün insanlığa dönük! Ama burada, zamanın bu noktasında insanlık biziz. Hoşumuza gitsin gitmesin." ... "Burada ne yapmaktayız, işte bütün mesele bu. Ne mutlu bize ki, yanıtı biliyoruz. Evet bu muazzam karışıklığın içinde açık seçik olan bir şey var: Godot'yu bekliyoruz-" ... "Ya da gecenin olmasını. (Bir an) Biz randevumuza sadık kaldık, evet, bu kadar. Aziz değiliz, ama sözümüzde durduk..." ... "Bütün bildiğim şu: saatler geçmek bilmez ve bu koşullarda bizi, vakit geçirmek için türlü türlü-nasıl desem-ilk başta makul gözüken, ama zamanla monotonluğa dönüşecek oyunlara başvurmaya zorlar. Böylece aklımızı kaybetmekten kurtulduğumuzu söyleyebilirsin. Kuşkusuz doğru. Ama aklımız uzun süredir dipsiz derinliklerin bitimsiz gecelerinde dolanıp durmuyor mu zaten?.." Estragon'un yanıtı etiketleyişlerimizin, anlam atfedişlerimizin ve uyumsuzluğun kısa bir açıklamasıdır: " Hepimiz deli doğarız. Bazılarımız öyle kalır."

Bu kitap hakkında daha pek çok yorumlanacak figür, daha pek çok yazmak istediğim şey var. Ama daha şimdiden kendinden uzaklaştıracak bir uzunluğu geçti bile. Anlaşılır ve akıcı bir dil kullandım mı, savlarım makul muydu? Emin değilim. O yüzden son olarak birkaç can alıcı noktadan daha bahsetmeden önce okuyan birisi varsa benimle düşüncelerimi paylaştığı için teşekkür etmek istiyorum.

Yazının başında Beckett'in "melon şapkalar" hakkında söylediklerinin çok önemli olduğunu öne sürmüştüm. Emin olduğu tek şeyin bu olması, melon şapkalar... Benim için oyunun en can alıcı yerlerinden birisi şapkaların elden ele, kafadan kafaya dolaştığı sahne. Ben bu sahne ve söylemde Camus'nün "Kendimi mi öldürsem, yoksa bir finca kahve mi içsem?" söylemini görüyorum. Bu intiharla dalga geçen ya da onu kolay gören bir yaklaşım değil. Aksine Camus, intiharı felsefenin en önemli, temel sorunu olarak tanımlamıştır. Ben bu ifadede, bütün eylemlerimizin, hislerimizin; kısacası hayatımızın toplamının dahi bir fincan kahveden (veyahut melon şapkadan) daha anlamlı olmadığını, uyumsuzu, absürdü görüyorum. Hayatlarımızın, Tanrıların bir kayayı sürekli düşeceğini bile bile bir tepeye çıkarmakla cezalandırdığı Sisifos'unkinden daha anlamlı olmadığını görüyorum. Yaptığımız şeyler onunkinden farklı değildir özünde. Ama tartışma burada başlar: Peki diyelim ki bunlar doğru, ne yapalım yani hayatımıza son mu verelim? Bunun kısa cevabı anlamı bu anlam arayışında aramaktır. Sisifos'u mutlu hayal etmektir. Yani kahvemizin keyfini çıkarmaktır, onu tatsız da bulsak içerken mutlu olmaktır. Ben bunu her düşündüğümde aklıma Bob Dylan gelir oturur. Sözleriyle ne kadar alakasız da dursa nakaratıyla ve o muhteşem hüzünlü ezgisiyle sanki yaşamaya devam ettiğimiz her an bir düşünceyi paylaşırız onunla: One more cup of coffee

Bob Dylan'ın ve Sisifos'un ne alakası var bu oyunla, diye sorarsak sonraya bıraktığım çocukta ve Godot'da cevap bulabiliriz. Önce Godot'dan başlamak istiyorum. Godot'nun kim olduğu büyük bir sorudur. Beckett da kendisine soran birine "bilsem oyunda yazardım" diye cevap vermiş. Ben oyunun ilk perdesindeki Godot'yu umut olarak görüyorum. Daha anlamlı bir hayat için, anlamın gelip onları bu ıssız düşünce çölünde bulması için bir umut. Ki bu "sıvışma" Camus'ye göre hayata ihanet etmektir. Burada Pozzo'nun bir sözünü vermeden de geçemeyeceğim. "Körlerin zaman kavramı yoktur." der Pozzo ve ilginçtir ki ilk perdede sadece Vladimir'in yarım yamalak, emin olmadığı hafızası ve zaman kavramı vardır. Ama ikinci perdede herkes, hiçbir şeyi hatırlamaz ve zamandan habersiz yaşarken Vladimir, yani aslında sorgulamayı ve beklemeyi bırakmayan kahramanımız zamanı tek fark edendir. Yani kör olmayan, gerçekleri görebilendir. İkinci perdenin sonunda çocuk tekrar geldiğinde zannımca Vladimir artık, Godot'nun hiç gelmeyeceğini anlamıştır ve farkındadır. Yani uyumsuz bireyin, bir anlam bulma ihtimaline sığınışından absürdlüğü kabullenişine varan evredir. Ve bunun ölümle burun buruna olan Mersault'un küçük de olsa bir yaşama ihtimali arayışından ölümü mutlu bir şekilde kabullenme evresine geçişinden bir farkı yoktur. Ama aynı Sisifos'un taşı çıkarması gibi o da bekleyecektir, bu onun absürd, anlamsız yazgısıdır. Fakat yine Vladimir'in dediği gibi bütün mesele anlaşmaya sadık kalmakta, beklemekte ve orada beklerken ne yaptıklarındadır...


Bu kadar yoğun bir eser ve bu kadar önemli bir felsefi ekol hakkında daha yazılıp, çizilecek çok şey olmasına rağmen, uzunluğu konusunda da affınıza sığınarak ben köşeme çekiliyorum. Umarım keyif almışsınızdır.