Annesinin telefonda babası ile konuştuğunu anladığı an koşarak annesinin yanına gidip eteklerini çekiştirmeye başladı.

"Ben de konuşacağım, ben de babamla konuşacağım!"


Annesi, babasına laf anlatmaya devam ederken bir yandan da eteklerini çekiştiren oğluna, “Dur! sus!” diyordu.


Fakat çocuk ısrarcıydı ve vazgeçecek gibi durmuyordu. Hâl böyle olunca annesi bu ısrarlara fazla dayanamadı ve “Telefonu oğluna veriyorum, seni istiyor” diyerek telefonu çocuğa uzattı.


Babası, şefkatli ve sevecen bir ses tonu ile “Oğlum” dedi.


Çocuk, telefonu eline alır almaz babasından akşam gelirken gofret getirmesini istedi: "Hani şu kırmızı kaplı olanlardan, hem de bir sürü."


Babası bu isteği kırmayarak “Tamam oğlum, getiririm tabii, sen iste yeter aslan oğlum! N'apıyorsun, anneyi üzmüyorsun değil mi?” diyerek oğlu ile konuşmaya çalışsa da, çocuk amacına ulaştığı için babasının ne söylediği ile ilgilenmeden telefonu annesine verip içeri odaya geçti.


Çocuk içeri odada oyuncakları ile oynarken bir an önce akşam olmasını, babasının elinde gofretlerle kapıda belirmesini bekliyordu. Bu sabırsız bekleyiş, oyuncaklarla kurduğu hayal dünyasının içinde bir yerde kaybolup gittiğinde akşam olmak üzereydi. Çocuk televizyonda en sevdiği çizgi filmi izlerken, annesi de çamaşırları asmak için evin terasına çıkmıştı. Televizyonda en sevdiği çizgi filmi izlerken kapı çalındı. Zil sesi ile çocuk olduğu yerden bir hışımla kalkıp ”Babam geldi babam!” diyerek kapıya koştu.


Şanssızlık bu ya, koşarken ayağı kapının eşiğine takıldı ve yüzüstü yere kapaklandı. Annesi terasta çamaşırlarla meşguldü ve hâliyle evin içinde yaşanan bu küçük kazadan habersizdi. Çocuk, çarpmanın etkisi ile patlayan dudağından ve kanayan burnundan sızan kanların oluşturduğu küçük kan birikintisinin içinde kafası sola yatık şekilde yarı baygın yatakalmıştı. Babası açılmayan kapının bir an evvel açılması için tekrar ve tekrar zile bastığında, annesi de her şeyden habersiz çamaşır asmaya devam ediyordu. Çocuk ise yarı baygın hâlde, çalan kapının sesini hayal meyal duyarak ve annesinin kendisini duymasını umarak, “Anne!” diye cılız cılız sesleniyordu. Burnunda ilk kez tanıştığı kan kokusunu duyarak...




Neredeydi? Ne olmuştu?

Burnunda yine o kan kokusu vardı.

Başında şiddetli bir ağrı, mekanik bir dıt sesi…


Gözlerini hafifçe aralayıp göz ucuyla etrafını süzmeye başladı. Bir hastane odasıydı burası. Peki ama nedendi? Hatırladığı son şey, babasının kapıyı çaldığı, o başı mutlu ama sonu tatsız çocukluk hatırasıydı. Rüya mı görmüştü, ne olmuştu? Bir dakika, bir dakika... Yağmur yağıyordu, motoruyla eve gidiyordu, evet. Ve o sarı belediye otobüsü sinyal vermeden şerit değiştirmiş, o da kendisini kurtarmak için direksiyonu kırmıştı. Süratli sayılmazdı ama yağan yağmurun kayganlaştırdığı yol yüzünden motoru kaymış ve kaza yapmıştı. Kafasındaki kask fırlayıp gitmiş ve galiba burnu kırılmıştı. Bu kan kokusu da işte bu kırıktan ötürü olmalıydı.


Aklı başına geldiğinde yatağının ayak ucu kısmındaki kanepede, eşi ve kızı oturuyordu. Eşi elindeki telefonla kim bilir kime; nerede olduklarından ve olan bitenden bahsediyor, kızı gözlerini ayırmadan babasına bakıyordu. Gözlerini açtı ve kızı ile göz göze gelip gülümsedi. Kızı, sevinçle “...Uyandı anne! Babam uyandı!” diyerek annesini çekiştirdi. Annesi telefondakine, “...Çok şükür uyandı. Ben seni sonra arayayım.” diyerek telefonu kapattı.


Kız sevinçle babasının başucuna geldi. Babasının canını acıtmaktan korkarak yarım yamalak bir sarılmayla “...Babacığım!” dedi, “...Uyandın. Çok korktum, çok ağladım. İyi misin?”

 

“İyiyim kızım, merak etme, çok iyiyim”

dedi. Kızını öpmek için hamle yapsa da başaramadı. Bu esnada gözü, kızının elindeki kırmızı şeylere takıldı. Bunu fark eden kızı, kocaman bir gülümse ile “Baba, bak!” dedi, “Sana ne getirdim? O en çok sevdiğin gofretlerden.”