Biri hayalperest, güçlü, diğeri ise boşvermişliğin eşiğinde iki insan, iki farklı karakter, oturmuş öylece duruyor, arada sohbet ediyordu. Uzandı çocuk ruhlu genç çimlere ve bir kelime haykırdı içten, gizli:

— Aşığım.

— Ne? kime?

— Duydun mu?

— Evet, duydum, söyle, kime aşıksın?

— Bulutlara…

— Yaa ne saçmalıyorsun? Söyle işte...

— Hayır, saçmalamıyorum.

— Şaka mı bu?

— Hayır, gerçek. Anlamazsın!

— Nasıl? Anlayamayacak ne var bunda, bir bulut işte.

— Sen hiç küçükken arkadaşlarınla oynadın mı?

— Ne şimdi bu? Tabii ki oynadım.

— Peki hiç çimlere uzanıp bulutları seyrettin mi?

— Hayır.

—İşte!

— Ne işte?

— Ben küçükken arkadaşlarımla yorulana kadar oynardım, o kadar yorulmuş oluyordum ki sanki gün boyu asansörü olmayan bir apartmanın 15. katına kadar çıkıyormuş gibi oluyordum. Nefessiz kaldığım da olurdu arada…

O koşuşturmadan sonra nefessiz halimle çimlere uzanır, yatağımmış gibi atardım kendimi çimlere...

Ve gökyüzünü izlerdim, işte o an aşık olmuştum bulutlara. Rüzgarla birlikte yolculuk ederek gökyüzünden geçiyorlardı sanki. Uykum gelirdi bazen…

Daha yedi yaşındaydım sanırım, hayal kurmuştum.

Bulutların üstünde uzanarak aşağı bakıp insanları seyretmeyi, karınca gibi göründüklerini ve bulutlarla birlikte yolculuk ettiğimi hayal ederdim.

— Bu yüzden mi yani?

— Evet, o yüzden...

Şimdi 21 yaşındayım. Bulutları ne zaman görsem o gün ve o hayalim gelir aklıma, gülümserim. Ne zaman bulutları görsem içimde hissederim o günü dünmüş gibi ve o hayali kurarım!