Bu düzensiz şehir yanlış zamanda yanlış insanların ellerine geçmiş. Kaldırım taşları bile bu düzensizliğe dayanmaz. Afallatan takılmaların suçlusu ben değilim. Sokakların birbirine nereden bağlanacağı müteahhitlerin insafına kalmış. Apartmanların yan yana sıralanması armonik gelebilir. Ama kaçak çıkılan her kat Mustafa'nın üzerine düşüyordu. Dün Cinnah'daki Lale Sokağı’nın sonundaki yokuşun kıyısındaki evinin salonunda üç cinayete şahit oldu. Bir saat sonra uyudu. Sekizde uyandı. Hazırlanıp işine giderken metroda yanında oturan adam cinayetin faillerinden biriydi. Opera dinliyordu. Uykusu henüz dağılmamış, Yanındaki adamla göz göze gelmemek için durakları takip ediyordu. Başını bir an önüne düşürdü "Kim, neden bu kadar insanı bir araya getirebilir?" dedi. Ankara'da olan olayları akşam haberlerinde gördüğünde yaşadığı şehir olduğuna inanamıyordu. Tüm bu olanlar benim şehrimde mi oldu, diyordu. Bir sonraki durakta metroya binen tanıdık yüzle düşünceleri dağıldı.


"Günaydın." dedi kadın.

Mustafa'ya bakarken iki gündür tıraş olmadığını gömleğinin ütü masasında değil yatağının altına koyup düzleştirdiğini fark etmedi. Sadece suratına bakan bir adam vardı.

"Günaydın Suzan."

Suzan başını sallayıp başka bir yere gidecekken önünde yüz kiloluk terli duvarı geçemedi.

"Ölü gibisin." dedi. Kalabalığın içinde kendini rahat hissetmeye başladı.

"Gece geç yattım. Kahve içmem lazım." dedi Mustafa. Durup dururken karşısına çıkan tanıdıklara samimiyet gösterme konusunda hep problem çekerdi. Ama Suzan'ı görünce o da tuhaf bir rahatlık hissetti. İçinden "Zaten bu yüzden bir arada yaşamıyor muyuz?" diye sordu. Yalnız kalmayalım kalabalıkların arasında kaybolalım diye. Tanıdık her yüz, insana kim olduğunu hatırlatır. Pantolon giymesini bile öğretir. İnmelerine hâlâ birkaç durak vardı.

Suzan "Neden?" dedi.

"Bilmiyorum. Uyumak için gece bültenlerini bile izledim ama uyuyamadım, kaçta bayıldığımı hatırlamıyorum."

Kadının suratındaki ifade meraklıydı. Devam etti.

"Üç kişi ölmüş."

Kadının dikkati dağıldı. İstediği cevaplar bunlar değildi. Sallanıp duran insanlar içinde sürekli ayakta seyahat etmek zaten bir işkenceyken bir yandan da ölen adamları dinlemek kendine yapılan bir acımasızlıktı. Cevap vermedi. Suratı bir anda karardı. Neyse ki inecekleri durağın sesini duydu.

Dünya küçük demek, en büyük salaklıktır. Dünya sıkıştı. Başından ve kıçından sıkışan dünya, güneşin en çok ışığını verdiği ekvatorda kahve ağaçları yetiştirdi. Sekiz yaşındaki çocuklar topladı. Mesailerinin sonunda ağaçtan düşen ya da açlıktan ölen arkadaşlarını gömdüler.

Metrodan yeni çıkan Mustafa ve Suzan, eylülde çıkan hafif güneş gölgelerde kaybolup belirirken Mustafa, mesaiye daha yirmi dakika var deyip Suzan'a o kahveyi ısmarladı. Kimin umurunda ki? Sifonu çektikten sonra bokumuzun yok olduğun zannediyoruz. Zift gibi kahveden yudumunu aldı. Suzan zaten yalanlar ve sahteliklerle dolu dünyaya bir katkıda bulundu ve "Çok güzelmiş, teşekkür ederim." dedi. Ben bile oturduğum yerden o rezalet tadı alıyorum.

Mustafa “Cinayet işlemek nasıl bir his acaba?” dedi.

"Natural Born Killers izle." dedi Suzan.

(Bir-sıfır)

"Gerçekleri filmlerden öğrenecek yaşı çoktan geçtim.

"Canavarlığın gerçeği ya da yalanı yoktur. Sonuçta kimse birinin ölümüne karar veremez.”

Lafını bölen Mustafa "Ne yani insan haklarından mı bahsedeceksin?"


Suzan kahveyi eline alıp ‘’Ofise yürüyelim.” deyip oyunu soğutmaya çalışırken Mustafa "Küçük tanrılarımızı memnun etmeliyiz. Belki cinayeti işleyen adam da bir günlüğüne patron olmak istedi." (Bir-bir)

Mesaiye on dakika kaldı, sonra konuşuruz." Maç sonu sıfır.


Mustafa'dan ayrılan Suzan, asansörün önünde biraz durduktan sonra merdivenlere yürüdü. Aceleyle çıkarken kendi kendine inanmak istemediği şeyleri sıralarken masasına oturdu. Akşam evine döndü. Duş alıp uyudu, yetmiş yıl daha yaşadı.


Mustafa mesaisinden sonra evine dönerken güneş hâlâ batmamıştı. Yukarı baktı. Yanından geçen insanlar yokuşun ortasında saçma bir ilham geldiğini ya da manyak olduğunu düşündüler. Mustafa gördüğü manzaraya birkaç saniye daha bakmak istedi. Aklından hiçbir şey geçmiyordu. Kızılay'dan yürümeye başladı, aklından bir durak kadar yürüyüp oradan otobüse binmek geçiyordu ama Cumhuriyet’in eşsiz yokuşlu prensesi onu içine çekiyordu. Yolunu değiştirdi. Nereye gideceğini bilmeden kalabalıkların arasına girdi. Geniş kaldırımlar ve durup dururken düz yolda olmaması gereken merdivenleri adımladı. Çınar dalları arasından sızan şekilsiz ışıklar kaldırımlara ve mağaza vitrinlere vuruyordu. Ankara'da olmasaydı bu eylül akşamının onu özel hissettirmeye çalıştığını düşünecekti. Bu şehirde herkesin yolu Kızılay'a düşer. Düşüşler sert olmadığı sürece herkes kendini özel hisseder. Mustafa bir solundaki vitrinlere bir sağıdaki Güvenpark’a bakarak ilk defa gelmiş gibi inceleyerek yürürken aklına buraya geldiği ilk anı hatırlama çalıştı. Meşrutiyet’te. çıkınca sağdaki barda ilk birasını içmişti. Dümdüz devam etti. Bu yol yaya gidilirse Tunalı'ya ya da Tunus'a çıkar, gerisi binaların girdabında kaybolur. Güneş batıyordu kızıl gün kaybolurken ve Mustafa huzurluydu. Durup bir duvarın üstüne oturdu, yanındaki boyacı adam yüzüne bakıp "Boyayım mı?” dedi.

Hayır demesine kalmadan ayağı sandığın üstündeydi. Adam genç sayılırdı, tıraşlı yüzündeki asıklık Mustafa'nın "Bu şehirde yapılacak en iyi şey yürümek.” lafıyla kayboldu.

"Abi hep görmeyeceksin ama..." dedi. Lafı uzatmadı.

Mustafa neşelenmeye başladı. "Kış gelmeden..." dedi.

Adam duymadı. "O zamanlar gelmiştim buraya. Sade gelmişti ilk başta, sonra her şey karıştı." dedi.

Boyacı ayağına vurdu, diğer ayağını koydu. Boyacı diğer ayağına uğraştığı kadar uğraşmadı. Eyvallah deyip parasını alıp gitti.

Dönüp dolaşıp bir yere girdi. Mekanlarda biten yolculuklar Ankara'nın yerlileri ve diğerleri arasında farklı sonuçlar verirdi. Yerliler her zaman tanıdık görür. Diğerleri bir şeyler içip çıkıp gider. Mustafa, Ankara'nın yerlisi değildi. Ama akşam sekiden sonra sohbet etmek dışında bir çaresi yoktu. Televizyona daldı, ufacık mekandan girip çıkanlar yüzünden bir türlü kapanmayan kapı soğuk yelleri içeri alıyordu. Üşüdüğünü hissetti. Yandaki masadan gazeteleri alıp okumaya başladı. Önceki gece haberlerde izlediği cinayetlerin haberini gördü. Tanıdığı birini görmüş gibi oldu. Öne doğru eğildi. Fotoğraflarla arasında bir karış vardı. Dudaklarını hafifçe hareket ettirip "Gelmiş bulundum, bir şeyler söyleyin." dedi.