Bir masanın başına geçtim. Gece yarısını geçmiş vakit. Öyle gösteriyor duvardaki yaşam hapishanesi. Sağımda ince belli bardağa koyulmuş çay, masanın sol orta kısmına yakınca koyulmuş kırmızı Londra otobüs durağını andıran mumluğun içinde geceye ay olan bir mum. Mumun alevi ile bardağımdan çıkan dumanın sarhoş birlikteliği o ıssızlıkta göze hoş gelen bir birliktelik gibi. Ben buradayım bak, diyor çayın sıcaklığı. Hayat da böyle değil mi zaten? Her şey her zaman belli etmez kendini. Biraz işve biraz naz. Doğru yer ve doğru zaman da buluşmaz mı zaten ırmaklar? Mumun biraz önünde bembeyaz kâğıdım, kâğıdın sol üst köşesine doğru yaslanmış, altın sarısından hallice, mum ışığı altında turuncuya yaklaşmış, gövdesi ucu ve arkasına göre daha şişkince bir dolma kalem duruyor ve bembeyaz kâğıdımı bu güzelim gecede karartmayı başarabiliyor. Elime kalemi alınca gölge daha da büyüyor. Sonra dâhiyanece bir fikir ile mumun yerinde değişiklik yapıyorum. Hayat da böyle değil mi zaten? Defalarca sitem eder, çözümü çok basit olaylara imkânsız gözü ile bakar, bir mumun yerini değiştiremeyecek kadar aciz kalırız çoğu zaman. Niye bu kadar karamsar bakarız, gölgelere itaat ederiz ki gündüz görsek beyazdı aslında, tüm çıplaklığıyla. Mum, kâğıt kalem. Hepsi doğru düzlemde idi. Başladım kalemin ucundan kara kara kanlar akıtmaya.


"Parmak uçlarımın uyuşukluğu mu bugün beni saran, 

Ya da kalbimin yalnızlığı mı bütün vücudumu donduran.


Uçurtmalar ile kaplı gökyüzünde, birine mi bağlı özgürlüğüm 

ya da özgürlük dediğimiz bağlı olmak mıdır bir şeye

bir kalbe mesela, ya da bir kediye, ya da absürt bir şekilde bardağa

özgürlük nedir ki gerçekten, kime göre bana niye…"

 

İçimdekiler ile kağıt arasında bir köprü kurmaya devam ederken sağımdaki şifonyerin üstünde duran günümüz teknolojisi ile harmanlanmış, dokusu ruhu ölmüş plağa gözüm takıldı ve sandalyemi az geriye çektim ayağa doğruldum, telefonum ile bir bağlantı kurup beni geçmişin en derin izlerinde avcılık yapacak şarkıları seçip "Evet o gece bu gece." dedim. Dimdik durdum, arkamdaki duvara yaslanıp kafamın arka kısmını yavaşça 3 kez duvara vurdum ve derin bir iç çektim. Gözlerimi açtım ve tam karşımda, kapının açıldığı yönün solunda başlayan ve pencerenin bulunduğu duvara doğru boydan boya kaplı kitaplığımın ortasında içiresinde cansız anılarla dolu ama eline alınca da her karesinde kozasından çıkmış kelebek gibi canlanan, her yüzeyi mürekkeple dolu kâğıtların bulunduğu kutuyu aldım. Hızlı hızlı çevirmeye başladım, kiminin arkasına tarih kimisinin arkasına da not düşmüşüm. Hızlıca çevirmeye devam ettim ve 3 tanesini kenara ayırdım. Geri kalan cansızları ait oldukları yere koydum. Elimdekileri de mum ışığında can vermek adına önüme sırası ile dizdim. Bardağımdan bir yudum çay aldım, küllüğümü aldım ve sigaramı yakmak için aldığım çakmağımı çakmamla birlikte, mumun alevini bastıran bir kıvılcım çıktı, 2. deneme, 3.deneme... En sonunda çakmağın parıltısı mumu bastırır oldu, fotoğraflarıma can verir oldu. Sigaramı yaktıktan sonra fotoğrafların önünde çakmağımı gezdirdim. O anısal kağıt parçalarının bana ne haykırdıklarını dinledim, dinledim, dinledim. Sol elimde sigara, masaya yan şekilde yaslanmış vaziyette, sağ elimde kalemim, devam ettim bağırmaya...


"Önümde birkaç parça muşamba

Bana nereden bağırıyorlar tam bir muamma

Geçmişten gelen birkaç travma

Geleceğe taşınacak olan birkaç ayna"


Kalemi sert bir şekilde masaya bıraktım ve düşünmeye başladım bu bol düşlü karanlıkta. Bize geçmişten bırakılanlar bir lütuf mu yoksa ceza mı? Düşünerek bu yaşam hapishanesinde bir yarış vuku buldu ve bol kovalamaca ile saat tam 3'te kavuştu kader mahkumları. Çok düşündüm ve değmeyecek insanlardan kalan birkaç argümanı yakmak için elime çakmağı aldım. Yakacaktım beni kovalayanları. Ellerim gitmedi kıyamadım. Hem istediğimiz kadar yok edelim, silinir mi hiç akılda kalanlar? Resimlere biraz daha baktım, baktım. Çevik bir şekilde kutunun içine geri koydum ve kalemimi elime alıp son kez başladım ağlamaya.


"Anıların tutsak bir hayatta 

Kaç kişi olabilir ki bu kutuda

Çekilsin diye vursak da ellere defalarca

Söylesene kim alıkoyacak aklımdaki fotoğraflara"


Tarihimi attım, imzamı ve ismimi yazdıktan sonra incittiğim kalemim ve kalbimden özür dileyerek onları yerlerine geri koydum. Refleks ile çayımı yokladım. E tabii buz gibi olmuştu. Gülümseyerek "Ulan" dedim.

İçinde değerler olan kağıdımı aldım, zarf şekline getirdim ve o 3 fotoğrafı içine koyup masamda bulunan mührü aldım. Mumda erittim ve duygularım ile anılarımı bir araya getirdim.


Yavaşça pencerenin önüne geldim. Yıldızlar gözüküyor, güneş de hafifçe selam veriyordu. Arkamdaki yaşam hapishanesi yeni güne uyanmaya başlıyor idi. Camı açtım, kafamı çıkarttım ve yıldızlara bakmaya başladım. Milyonlarca yıldız ve o yıldızların önünde geçirilmiş olan binlerce anı. Hepsine şahitler. İstediğimiz kadar yakıp yıkalım onlar hep bizimle. Ya aklımızda ya kalbimizde, en kötü bir çoban yıldızının yüzeyinde...