Kurumuş yabani otlar vardı suladığım

bağrımda dursun da varsın yeşermesin

yeniden harlansın diye hayatın küllenmişliği

günü gelince günleri tutuşturmaya

bari bir kıvılcım yetsin


alev rengi akşamüstüler gözlerimde

demek bağrımdaki otlardı

şimdi böyle vakitsiz tutuştu

bari bahara bakan yanlarıma değmesin

gençliğimin başındaki yangın

varsın sağanak yağmurlarla da sönmesin 


Sen o kuytuda yatan;

seni serinletmeyen ağacın gölgesinde 

daha ne kadar böyle oturabilirsin?


bir kere umudun yeli değdikten sonra tenine

sırtında kaç gömlek terletirsen terlet

yine de kurutamaz rüzgar 

ne kadar sert eserse essin


tez kızardı ömrümüzün ham meyvesi

beklemedi ki bahar gelsin

bekleyemezdi vakti yoktu

muhayyel bir baharı nasıl durup beklesin?


daha yeni çiçeğe dönerken

ne bir kızgın güneş gördü üstünde

ne yaprağını yeşertecek bir yudum su

ama serpildi yine de

geceyi gündüzü bir tuttu


ben bulutlu göğe baktıkça şimdi bu şehirde 

içimdeki insanın sessizliği gök gibi gürler

zorlu bir hasret gerilir ruhumun perdesine

tutamam ayrılığı ellerinden

her gidişin bir tutam ağırlığı kalır bende


Çünkü;

kırk kadın şairin bir parça hüznü

mutlaka saklı kalır gidende

hüzün ki insanın kendine attığı ağır bir iftiradır

lekeler kaplar yüreğinin akını

hiçbir renk karadan ayrılmaz


kimi gidişler bir başına olmaz 

bir çokluğu betimler içimizde

hiçlikleri yaratır boşlukları büyütür

bunca güzel duyguların yok sayıldığı yerde

koşuşturmacayla yaşarken hayatı

soluklanmak için düşlediğimiz gölgelerde