Öldüm. Dün karlı bir gecede, öldüm. Tüm o korkuların, endişenin, acıların ardından, hepsi bittiğinde anladım ölümün dinginliğinin yaşama nasıl üstün geldiğini. Ruhumu gezmeye çıkarmak istiyordum zaten, derste de dediğimiz gibi bedenin kaçamayınca ruhum kaçar mı, dedim. Büyükçe bir pencerenin önüne oturup karı izledim o yüzden. Ne kadar az yaşadığımı düşündüm, bundan sonra kaç mevsim göreceğim? Umutlarım ne olacak? Önemli olan hangisi? Her şey küçülüyor. Günler geçecek ve bir gün ne ben diri ne sen, anlatamayacağım.


Kendi sesimle konuştum, bundan öte tesellim yok inan, gecenin bir vakti geçtiğinde tüm ömür önümden, başka bir şeyim yok, böyle mi olmalıydı? Geniş zamanlar umuyordum ben, hep umarım ben, çareler umarım, yaşamaklar umarım, hepsi gelecek için. Öyle acıyor ki gözlerim, sen de ki uykusuzluktan ben diyeyim ışıktan ama öyle acıyor ki gözlerim... Gece değil, güneş değil, varsın boşluğu dövsün nefesim, o da değil, bu karanlık yüzüme nerden geldi? Gelmeyen uykulardan mı? Sonra öldüm, küçücük bir yolculuktu...


Haydar Ergülen tercüman oldu duygularıma:


"ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir,

öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak,

sis değil, uykusuzluk değil, iki uzak

şehir gibi ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim :

biri hepimizle gözgöze gibi hala uykusuz,

biri sis içinde kirpiklerine kadar açık,

bu sessizliği kim bıraktıysa, göremiyorum

konuşkan gözlerinde tek sözcük bile,

gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde

kimsenin kimseye gözü değmiyorsa,

şiir niye?"