gözünde kan kırmızı bi far vardı. maç vardı televizyonda. (ona bakarsan, hala umudum vardı benim) yeşil bi ışık seyrek bi halde odaya tutunuyordu. yeşil sahanın gereksiz yansıması, dedim isteksizce. kahve var mı, dedim kıza. benim evim mi ne bileyim, diye baktı. kendi evimdeydim. halıdaki sigara yanıklarından tanıdım evimi. ne boktan bi adamım ben. hiç sormadım bile kıza, sen burda ne arıyorsun, diye. kalktım mutfağa gittim. yalınayak bastığım mutfak zemini kahverengi bi cıvıklıkla yapışmaktaydı bana. musluk suyuyla kahve yapmaya karar verdim. ketıl kendi halinde öfkelenmeye başlamıştı ki kız içerden bağırdı; adın ne senin? atlas okyanusu geldi aklıma. fiji adası orada mıydı acaba? coğrafyayı asla sevemem. gidemeyeceğim yerleri öğrenmek, sevemeyeceğim güzel kızlar gibi acı veriyor bana. fakat neden atlas okyanusu geldi aklıma? soğuk ve şehirler arası bi otobüs geçti içimden. siktiğimin edebi cümleleri, bi bırakmadınız zihnimi. mutfakta lavabo olmasa, hadi diyelim tezgaha da borçluyuz bunu biraz, yemin ediyorum mutfak olduğu anlaşılmaz. öyle kamufle etmiş kendini puşt. her taraf giysi, tanımadığım kutular, alkolizm hareketinin atılmaya kıyılamayan kalıntıları, benim ve başkalarının iç çamaşırları ve daha pek çok saçmasapan çöpe girmesi gereken eşya. okyanus acaba girer girmez mi derinleşiyordur? ben işte tüm bunları düşünürken ketıl durmuş ve solumaya başlamıştı. adım neydi benim? hızlıca girdim odaya, senin adın ne, dedim. gitmişti. kimse yoktu. belki de hep yoktu. nihilist orospu! maç bitmemiş hala. kahve içmem lazım. şu sokağa bakan, entelektüel pencereme oturup kimi öldüreceğimi düşünmeliyim. peki ya pasifik?