Yılmaz Erdoğan'ın şiirlerinde bahsettiği ciddiyetle bilirdim hep Ankara'yı... Aslında kafamda bir yandan da müzik kültürü, oyun havaları, pavyon ortamı ve ilginç araba hastalıklarıyla da yer edinmişti. Böyle olması normaldi belki de çünkü Van ile arasında bini aşkın kilometre farkı vardı. Pek gelip gidebileceğimiz bir yer değildi. "Dilimiz de seni görmek ister her bahtı kara" diye bir tekerleme ile de yer almıştı bir dönem. Hep Ankara'da dayın olmalı diyenleri duyardık küçükken, pek de ne demek olduğunun ciddiyetinin farkında değildik. Zaman geldi çattı ve beni de fahri Ankaralı olmaya zorladı bu hayat. Dört ay oldu Ankara'ya geleli. Evin konumundan dolayı aşağı doğru yürüdükçe "dayın olmalı" sözünün ne anlama geldiğini daha iyi kavrar oldum. Her taraf bakanlık, her taraf resmi kurum, bir sürü takım elbiseli insan, traşlı beyefendiler, şık hanımefendiler... Gerçekten devlet burada diyorsun kendine, başkent olduğunu burada yaşayınca anlıyormuşsun. Fakat bunların hiçbiri beni şaşırtmadı, havasının bir İngiliz şehrinde yaşıyormuş gibi hissettirmesi kadar. Gözünün alabildiğince gri bir gökyüzü. Bazen küçücük maviliği görünce sevinmek, yazın gelmesini dört gözle beklemek, dört mevsimi her haliyle yaşayan Van-İzmir-İstanbul gibi şehirlerde yaşamış birine aşırı garip gelmeye başlamıştı. Üstüne yasaklar, pandemi süreci vs. de eklenince iyice bunalmıştım büyük ihtimalle hayatımın geri kalanını yaşayacağım bu şehirden. Ve nihayet yavaş yavaş gökyüzünü görmeye başlamıştım Ankara'da... Belki karamsarım, belki zor uyum sağlıyorum adına ne denir ben de bilmiyorum ama her an o gri havayı tekrar uzun süre yaşayacağını bilmek hep aklımın bir köşesinde. İşime odaklanmaya, şehri tanımaya çalışsam da griliğin bıraktığı ilk izlenimi atlatabileceğimi ve buraya alışabileceğimi hiç sanmıyorum...