Öğleden sonra otele varabilmiştik fakat karşımdaki manzaradan hoşlanmamıştım. Bir yanlışlık olduğunu umarak arabacıya sordum.


“Sahiden burası mı?”

Arabacı beni duymamış gibiydi, bacağını önündeki atın sırtına uzatmış, uyuz bir köpek gibi kaşınıyordu. “Domuz herif.” diye geçirdim içimden. “Ücretini peşin vermeyecektim ki ah şimdi köpek gibi cevap verirdi bana.” 


Yanlış bir işe girişip sabrımı bu hayvanat için biraz daha zorlayarak cevap vermesini bekledim. Hâlâ tüm vücudunu hatır hutur kaşıyordu. Eh ben de ne işlere girişmişim. İnsan birlikte yola çıkacağı insanın bir sıfatına bakmaz mı? Şu pis, kıllı sıfatına baktığım ilk anda pireli olabileceği nasıl aklıma gelmez? Ben de bazen böyle akılsızlıklar ediyorum işte, iyi niyetimin kurbanı oluyorum. Eğer ki şu şeyden bana da pire zıplamış olsun; yemin ederim, bir daha geberiyor dahi olsa beyefendi yahut hanımefendi kılıklı olmayan birine el sürmem.


En sonunda bu hayvanatı beklemekten bıkıp usanınca elimdeki bastonu kaldırıp arabasının tahta gövdesine defaten vurdum. O zamana kadar ben yokmuşum gibi kaşınan serseri, bastonumun çıkardığı ani gürültüyü işitince oturduğu yerden fırladı ve bana döndü. Ne yalan söyleyeyim, kem gözlerini üzerime dikince biraz ürperdim. Yine de kuyruğu dik tutmak için elimdeki bastonu sallayarak “Arabacı, burası doğru yer mi diyorum?” diye sordum.


Arabacı kara gözlerini belertti, altı saattir benimle birlikte yolculuk eden adam sanki beni ilk defa görmüş gibi davranıyordu. Hızlı hızlı nefes alıyor, o böyle yaptıkça burun delikleri kocaman kocaman açılıp kapanıyordu.


Artık sinirlerim bozulmuştu, gülümseyerek kafamı salladım -yalnız sinir krizi geçiren insanlarda rastlanacak türden bir gülüştü bu-. “Sizin bu saçmalıklarınıza katlanamayacağım.” Laflarımın arabacının üzerinde hâlâ daha en ufak bir tesiri yoktu. Biraz söylenerek arabanın arka kısmına koyduğum bavulumu yüklendim, şükür ki seyahatlerimde bavulumu her daim hafif tutmaya uğraşırım. Görünüşte az buçuk, ruhiyatta ise zerrece insana benzemeyen arabacıya tek söz daha etmeden ardımı dönüp izbe binaya doğru yürümeye başladım. Onun da keyfi yerinde olacaktı ki ardımdan seslenmeye bile tenezzül etmedi, niye etsin ki? Parasını zaten peşinen almıştı benim gibi bir enayiden.


Tuhaf yapıya yaklaştıkça moralim daha da bozuldu, belli ki bir beladan kaçıp diğerine sığınıyordum.  


Sarsak arabacının beni otel diye getirdiği bu garabet, daha önceki iş seyahatlerimde asla rastlamadığım bir çirkinliğe sahipti. Elbette yaşamım boyunca hem mesleğimden, hem de nazik kalbimden ötürü pek çok fakirin evine rastlamış, hatta birkaçının içine bile girmiştim. Küçük ve pis de olsalar bu garabet kadar çirkin gelmemişlerdi gözüme. Bina, devasa denilebilecek bir boyuttaydı. Çarpık, yer yer kiremitleri dökülmüş üçgen çatıları birbirine kenetlenmişti ve odaların pencereleri bu boyutta bir binaya yakışmayacak şekilde küçük yapılmıştı. Öyle ufaktı ki pencereler, tıfıl dahi olsa adamın biri o pencerelere kafasını sığdıramayabilirdi. Biçimsiz ve tehditkâr bir yapıydı burası, otelden çok müthiş zevksizliklerle imar edilmiş bir şatoya benziyordu.


Üstelik buranın çirkinliği yalnız garabet binası ile de sınırlı kalmıyordu. Bir otele konaklamaya gittiğinizde gözünüze çarpan ilk şey bahçe olacaktır. Ruhunuza iyi gelecek rengârenk çiçekler, bakımlı yeşillikler görmek istersiniz. Diğer konuklar ile oturup muhabbet edebileceğiniz yahut keyifle bir sigara içebileceğiniz alanlar beklersiniz. Fakat bu otelin bahçesi -aslen buraya bahçe demek doğru olmaz- insanın baldırlarına dek uzanan yaban otlarıyla ve her yerinden biçimsizce fırlamış eğrelti otlarından ibaretti. Onun dışında, bırakın hoş bir gazeboyu, bahçeye iki-üç sandalye bile koyulmamıştı.


Canım sıkkın halde bir elde bastonum, bir elde bavulum, binaya doğru yürümeye devam ettim. Aksi gibi, burada ne kadar süre ile konaklayacağım da belli değildi. Eğer kadının hastalığı tahmin ettiğim gibi çetrefilli bir tedavi istiyor ise bu çirkin yerde aylarımı geçirmem dahi mümkündü. 


Binanın sağlam görünümlü, demirden yahut o tür bir metalden imal edildiğini düşündüğüm büyük bir kapısı vardı. Kıymetli makavan bastonumu metale sürtmeye kıyamadığım için bavulumu yere bıraktım ve kapıyı birkaç defa yumrukladım. Çok geçmeden kapının ardından ayak sesleri gelmeye başladı, bavulumu tekrar elime alarak kapının açılmasını bekledim.


Kapı biraz aralanınca devasa boyutlarda, yaşlı bir adamı karşımda buldum. Adam öylesine uzundu ki şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Zamanında Birmingham’da tesadüf ettiğim ve bu zamana kadar gördüğüm en uzun insan olan boksörden en az üç baş daha uzundu bu yaşlı adam. Şaşkınlıkla ona bakındığımı görünce uzun boynunu hafifçe kırarak beni selamladı.


Adamın vücudundaki orantısızlıklar saymakla bitmeyecek bir vaziyetteydi. Devasa boyutuna rağmen oldukça sıska görünüyordu. Uzun boynunun üzerinde ufak, buruşuk bir suratı vardı ve bu suratın ortasında yine kocaman sivri bir burun konumlanmıştı. İnce dudakları belli belirsiz görünüyor, bir ip gibi neredeyse çenesine kadar uzanıyordu. Kafasının üstünde tek bir tel yok iken şakaklarında uzamaktan kıvrılmış, gür beyaz saçları vardı. Göz altları mor halklalar ile kaplanmış ve torbaları yanaklarına doğru sarkmıştı. Adam yaşlı ve bitkin görünmesine rağmen, üzerimde fıldır fıldır gezinen siyah gözlerinde anlamlandıramadığım bir canlılık vardı.


Kıyafetlerine bakınca bu ucube görünümlü adamın otelin uşağı olduğu anlaşılıyordu. Bir yelken bezi boyutunda olan ceketi eskimişti fakat temiz görünüyordu, beyaz gömleğinde ise ne kadar temizlense de geçmediği belli olan kahverengi lekeler vardı.


Ben hayret ettiğim adamı böyle uzun uzun incelerken o da hiçbir tepki vermeden beklemişti. En sonunda bu tuhaf karşılaşmayı sonlandırmak adına lafa girdim.


“Otelinize geleceğimi bildireceklerdi, ben Dr. Hampton.”


Yaşlı adam beni iyice görebilmek için boynunu biraz daha eğdi, ben ise adamın suratına bakmak için neredeyse başımı tavana kaldırmıştım. Adam biraz soluklandıktan sonra kesik kesik konuşmaya başladı.


“Evet, evet Dr. Hampton. Biz de sizi -misafir etmek için- heyecanla bekliyorduk.”


Adamın yaradılışında müthiş bir çirkinlik olsa da içinde biraz edep taşıdığı belli oluyordu. Boynumu hafifçe kırarak nazik bir selam verdikten sonra adama bavulumu uzattım. Adamın eli neredeyse bir bahçe küreği boyutundaydı, beyaz derisi buruşmuştu ve üstünde kahverengi lekeler vardı. Adam hâlihazırda hafif olan bavulumu kolayca yüklendikten sonra karşımızdaki çift sıra merdivenlere doğru yürümeye başladı.


Tanrı'ya yeminler olsun adamın her adımı en azından on saniye sürüyordu. Başlarda ona söylenecek gibi olduysam da daha en başından memnuniyetsiz bir adam gibi görünmemek için bundan vazgeçtim.


Tabii bu uzun yolcuğumuz boyunca lobiyi gayet detaylı inceleme fırsatı bulmuştum. Otelin içi, dışının aksine pek de çirkin durmuyordu. Hatta otelin dışını görmeden direkt olarak içeride belirmiş olsaydım burayı şık olarak bile nitelendirebilirdim. Dış cephenin soğuk taş duvarlarının aksine lobi ithal, koyu ağaçlar ile kaplanmıştı. Açık renkli ağaç zemin duvar ile hoş bir tezat oluşturmuştu ve temiz görünüyordu. Merdivenlere doğru şık görünümlü -muhtemelen doğu medeniyetlerinden birine ait- büyük bir halı serilmişti. Tüm bu gördüklerim hoş şeylerdi tabii, fakat burada bir tuhaflık söz konusuydu. 


Buranın otele benzer bir hali yoktu. Ne konukların karşılanıp kayıtlarının tutulacağı bir masa vardı, ne bir şömine, ne de tek bir koltuk. Bu zamana değin onca otelde konaklamama rağmen tesadüf etmediğim bir şeydi bu, en mütevazısından en şatafatlısına kadar hem de. Şaşkınlığımı uşağa açıklamak niyetindeydim fakat bunu odama çıktıktan sonra yapmaya karar verdim. Hâlihazırda bir kağnıdan hallice olan bu adamı daha fazla yavaşlatmak istemiyordum.


Sonsuza dek sürecekmiş gibi gelen bir tırmanışın ardından uşakla birlikte ilk kata vardık. Burası da görmeyi beklediğim gibi uzun bir koridor ve otelin odalarına açılan kapılardan ibaret değildi. Burayı ancak gösterişli bir malikânenin salonu sanabilirdiniz, duvarlar kahverengi kâğıtlar ile kaplanmış, salonun ortasına işlemeli -özel üretim olacak herhalde- devasa boyutta bir J&A Kirkman piyano yerleştirilmişti. Güney cephesine açılan pencereler, dışarıda gördüklerimin aksine devasa boyuttaydı ve hepsi güneş almayacak şekilde kırmızı kadife perdeler ile kapatılmıştı. Doğu tarafında ise odanın büyüklüğüne görece küçük bir şömine görülüyordu.


Uşak kapının eşiğinde durup soluklanmaya başlayınca oraya doğru birkaç adım attım. Şömine hâlâ sıcaklık yayıyordu ve köz haldeki yarım odunları görebiliyordum. Biraz daha bakındığımda şöminenin üstündeki kıskaçlı metali fark ettim. Bunun şömine maşası olarak kullanıldığına şüphe yoktu, fakat bunların daha önce süslendiğini hiç görmemiştim. Maşanın üst kısmına asa topuzu işler gibi işlenmiş gravürü de fark edince meraklandım ve birdenbire elimi ona atıverdim.


Gravür, iki adet iç içe geçmiş halkadan ve onun ortasında duran bir figürden ibaretti. Bu figür nasıl desem, bir kaplumbağaya yahut emekleyen bir bebeğe benziyordu. Benim için manası olan bir şey değildi, daha önce buna benzer bir sembol görmüşlüğüm yoktu. Elimdeki maşayı merdivenlerin başında beni izleyen uşağa çevirerek sordum.


“Bunun manası nedir?”


Uşak, birkaç saniye elimdeki maşaya bakındıktan sonra elinde taşıdığı bavulumu salonun eşiğine bıraktı ve yamacıma doğru adımladı. Uşak elini maşaya doğru uzatıp “Bakabilir miyim?” deyince maşayı ona uzattım ve bastonuma yaslanarak onu beklemeye başladım. Uşak elindeki maşayı birkaç defa evirip çevirdikten sonra ardına dönüp şöminenin üzerine geri koydu. Az öncenin aksine kesilmeden tane tane konuşabiliyordu.


“Bir manası yok efendim, zamanında konuklarımızdan biri borcuna karşılık bırakmıştı. Sonradan öğrendik ki hiçbir kıymeti yokmuş.”


Tekrar şömineye doğru dönüp baktım, uşak maşanın üzerindeki gravürün görünmesini istemiyor gibi onu duvardan tarafa yerleştirmişti.


“Nasıl kıymeti olmaz? Başı gümüş işlemeliydi, hem de oldukça ağırdı.”


Uşak sorularımdan hoşnut olmadığını belli etmek ister gibi boğazını temizledikten sonra kravatını düzeltti.


“Gümüşe benzeyen kıymetsiz bir metalden imal edilmiş efendim, dilerseniz odanıza çıkmaya devam edelim.”


Uşak lafını bitirince salona rastgele halde dağılmış olan kapılara bakındım.


“Yoksa odam bu katta değil mi?”


“Hayır, efendim. Sizin odanız en üst katta.”


“Bu kattaki odalar dolu mu?”


“Hayır, efendim. Fakat sizin için hazırlanan oda yukarıda.”


Birkaç kat merdiven daha çıkmak beni memnun etmeyecekti. Fakat belli ki otelin en şık odası yukarıdaydı ve benim gibi önemli bir konuğu başka bir odaya yerleştirmekten çekiniyorlardı. Onların bu çekincelerine hak verdiğimi belli eder gibi başımı aşağı yukarı salladım. “Anlıyorum.”


Uşak bavulumu tekrar yüklenerek merdivenleri işaret etti. “Gidelim mi, Efendim?”


Birkaç kat daha boyunca uşağın o sinir bozucu yavaşlığına katlanmak istemiyordum. Kafamı hayır gibilerinden havada sallayarak ona doğru yürüdüm ve bavulumu geri almak üzere elimi uzattım.


“Sizin gelmenize lüzum yok. Odamın anahtarını vermeniz ve yerini söylemeniz yeterli.”


Uşak bavulumu uzattıktan sonra elini ceketinin cebine attı. Adamın cebinden karışık bir anahtarlık çıkaracağını ve onun içinden benim odamın anahtarını ararken burada bir saat bekleyeceğimizi sanıyordum. Fakat uşak cebinden çıkardığı tek bir anahtarı doğrudan bana uzatınca benim gibi bir misafire ne kadar özenle hazırlandıklarını daha iyi anladım. Makaven bastonumu kolumun altına sıkıştırdıktan sonra anahtarı uşaktan aldım.


“Odanız en üst katta Dr. Hampton.”


“Evet, evet. Daha önce de söylediniz. Ben size odanın numarasını yahut yönünü soruyorum.”


“Üst katta yalnızca bir oda var efendim, bir karışıklık olmaz.”


“Pekâlâ, akşam yemeklerini kaçta servis ediyorsunuz?”


“Değişebiliyor efendim, biz sizi haberdar edeceğiz.”


Bu düzensizlikten hoşnut olacak değildim elbette. Fakat içinde bulunduğum durumdan öylesine usanmıştım ki bir an önce odama gidip biraz rahatlayabilmek için konuyu uzatmamaya karar verdim.


Uşağın inmesini beklemeden merdivenleri tırmanmaya başladım. Ahşap merdivenlerin üzerine pamuktan, kırmızı bir örtü serilmişti ve ben hareket ettikçe altımdan kayıyordu. Bir-iki defa düşme tehlikesi geçirdikten sonra lanetler ederek merdivenleri ağır ağır çıkmaya devam ettim. Bu sırada yirmi basamakta bir uzun koridorlara rast geliyordum, aşağı katların aksine bunlar sıradan otel koridorlarına benziyordu. Beşer santim aralıklarla yerleştirilmiş, üzerinde numaralar bulunan koyu renkli tahta kapılardan ve tabana yerleştirilmiş düz kırmızı halılardan ibarettiler.


Merdivenler çıkmak ile bitmeyecek gibiydi ve bir noktadan sonra da kaçıncı katı geride bıraktığımı unutmuştum. Bir koridorun daha başına gelip nefeslenmek isteyince oda numaralarının artık üç yüzlü sayılara geldiğini gördüm, bu kadar sapa bir yere böylesine büyük bir yatırım yapılması olacak şey değildi.


Ondan sonra ne kadar daha merdiven çıktım bilmiyorum. Neyse ki bir yerden sonra merdivenlerin sonunu gördüm ve son bir gayretle kendimi oraya atabildim. Fakat burası beklediğim gibi; otelin bir kısmı değil, basbayağı çatı katıydı. Alt katlardakinin aksine iç duvarlar ahşapla kaplanmamış, imar edildiği gibi taş haliyle bırakılmıştı. Üçgen şeklinden anladığım kadarıyla dışarıdan gördüğüm çatıların çakışma noktalarından biriydi ve atıl kalmıştı. Uşağın dediği gibi burada tek bir oda vardı ve o da merdivenlerden çıkınca hemen karşımda kalmıştı. Kapının hemen solunda bir merdiven bulunuyordu. Tahta merdiven zeminden tavana kadar uzatılmıştı ve üzerinde -muhtemelen- kapıya açılan metal bir kapak vardı. Metal kapağın gövdesi kararmıştı ve pastan turunculaşan kesişim yerleri birbirine yapışmıştı, bu haliyle belki de bir asırdır kullanılmamış gibi görünüyordu.


Burası gözüme hoş gelmemişti elbette, hatta çatı katı bu haliyle basbayağı çirkindi. Fakat bir güzelliği de vardı, şimdiye kadar sinir krizleri geçirmemi engelleyecek bir niteliği. Bu odada kaldığım müddetçe, boş vakitlerimde kendimi otelin geri kalanından ve bu taşranın huzursuz havasından tecrit edebilirdim. Böylece şehirdeki her davete en üst sıralardan adı yazılan ben, bu ücra köşede biraz yalnız kalarak kafamı dinleyebilirdim.


Pek de uzun sürmeyen iç pazarlığımdan sonra odamın kapısına yöneldim. Ahşap kapı oldukça yeni görünüyordu ve belimin hizasında ustalıkla işlenmiş, hoş bir kemeri vardı. Kapının kilit yuvası metaldendi ve tıpkı merdivenin başındaki kapak gibi paslanmış, turuncumsu bir hal almıştı. Bir kapıya bu denli masraf edilip de yeni bir kilit takılmaması tuhaf şeydi doğrusu.


Bavulumu kapının önüne bıraktıktan sonra elimi cebime atarak uşağın bana verdiği anahtarı çıkardım. Anahtar oldukça sade görünen bir metal parçasından ibaretti. Her yerde rastlayabileceğiniz türden basit bir tasarımı vardı ve kilidin aksine temiz görünüyordu. Baş tarafında tutmak için minik bir yuvarlak, uç tarafında ise oluklu, tek bir diş vardı.