Ben küçükken Kemal abinin Umut’a ekmek götürmek için bulamadığı parayı Eşref abinin her akşam Nevşehir’in kıymetli bağlarından doğma şaraplara nasıl bulduğunu hiç anlamadım.


Bizim Kemal abi anne babasını sele, eşini kansere teslim etmiş, kamburu beline uzanan bir babaydı. İnşaatlarda çimento çuvalı taşır, akşamına da yevmiyesini değil kamburuna sopasını almış olarak dönerdi mahalleye. Kemal abiyi her gördüğümde kan çanağıydı, yorgunluktu, yokluktu. Kayıptı. Yürüyordu, çalışıyordu ama yoktu. Umut’un saçlarını okşuyor, okul üniformasını yıkıyor, bir göz bir oda evi temizliyordu ama yoktu. Anlayacağınız Kambur Adam Kemal abinin ne varlığını anladım ne de yokluğunu. Oğlunu terk edişini de anlamadım. Babam da bizi terk etmişti onu da anlamamıştım. Bu Gülçehre Mahallesi’nde herkes birbirini terk ediyordu ve biz çocuk aklımızla hiçbir şey anlamıyorduk.


Şu anımsamak ne kötü şey. Babam bizi terk etmeden birkaç dakika önce holden dışarıya açılan cam kapımızı bir sandalye kırarak camdan dışarı çıkmıştı. Sandalyeyi kesinlikle evden birisi fırlatmamıştı. Olmaz öyle şeyler bizim evde. Sandalye kendi çıktı cam kapıdan dışarıya. Sandalyenin sadece sol ayağı kırıldı. Biz parçalandık! Daha doğrusu parçalanmaya başladık. Babamın ardı sıra annem de gitti. Hadi babam âşık oldu da gitti, diyelim. Peki ya annem? Annem ansızın nasıl kayboldu? Ben ranzanın iç demirlerinin üzerine yatak konulması gerekirken tahta döşenip battaniye serilen o yurtta hangi ara uyuyup uyandım da bugün yine bi’ gidenin ardındayım, anlamıyorum. Dedim ya biz Gülçehre Mahallesi Çocukları olarak hiçbir şeyden anlamıyoruz.


Hep ayrılıklar yoktu elbette. Bu çocuk adam –ben oluyorum- sağlam tesadüflerle güzel bir kavuşma da yaşadı. Umut ile yetiştirme yurdunda –şimdilerde adını değiştirmişler. Pehh. Sanki adı değişince acıların üstüne şeker dökülüyor- karşılaştığımız gün hep sağ gözümün önünde. Sol gözüm acılı anılarımın ekranıdır. Aahhh ah, o hem sağ gözümün ekranında hem de sol gözümün. O işte, Asrın. Son gidenim. Neyse konumuz şimdi o değil. Ne diyorduk? Ha evet, öğle saatlerinde yetimhanenin bahçesine çıkmış, kendine şöyle hüngür hüngür, salya sümük ağlayabileceğim bir kuytu arıyordum. Bahçenin arka sol taraflarında yığınla demir alet edavatın olduğu bir köşe gördüm. Hızlı adımlarla, kolumda bacağımda oluşan çiziklerin sızılarıyla ilerledim. Eee toplum ‘erkek adam’ yaftasını yapıştırmış bir kere!


Vardığım yerde bir eliyle babasının bareti diğerinde iş eldivenlerini sıkıca göğsüne bastırıyor, arada soğuktan çatlakları kanayan elinin tersiyle gözyaşlarını siliyordu. Ön yüzü rengarenk bareti gördükçe boyadığımız gün aklıma geliyor ve Umut’a olan adımlarım geri geri gidiyordu. O akşam Kemal abi aldığı yevmiyesiyle oğluna o çok istediği boyalardan almıştı. Mahallemizin kambur adamı sokak başında görünür görünmez elindeki poşete kaydı gözlerimiz. "Ali, oğlum ne yazıyor la poşette", dedi Umut. "Metin abinin dükkanın poşeti koş koş koş", dedim. Metin abi mahallenin kırtasiyecisi. Turuncu bir poşeti var, üzerinde beyaz, eğik harflerle ‘Gülçehre Kırtasiye’ yazıyor. Poşetleri ilk yaptırdığında mahallenin bebeleri olarak, “Abi başka renk mi yoktu da gittin turuncu yaptırdın caanım poşetleri” dedik. “Turuncu canlılıktır genç adamlar. Canlılığınızı hiç kaybetmeyin.” dedi. ‘Genç adamlar’ derdi yabancı filmlerde babaların oğullarına dediği gibi. Hiç çocuğu olmadığımdan tüm mahallenin bebelerini çok severdi. Haşarı Sedat’ı bile. On kere kırmıştır Gülçehre Kırtasiyesi’nin canımı. Onun ‘Genç Adamlar’ demesi haşarı Sedat’ı bile hayallere daldırırdı. Metin abimiz konuşmaya başlayınca ben öğretmen olur tüm öğrencilerime sevgi tohumları ekerdim, Umut mühendis baretini takar inşaatların kontrolü için gezer durur Sedat ise doktor olur ve kardeşi Buse’yi amansız hastalığından kurtarırdı. Umut’un elinde tuttuğu babasının işçi baretinin arkası sarı önü rengarenkti çünkü biz o gün hayatın renkleriyle boyamıştık. Kemal abinin Gülçehre Kırtasiye poşeti ile köşeyi döndüğü gün işte yahu.


Neyse. Umut mühendisliğinin 7. yılında ve bir kez bile takmadı beyaz bareti. Hep kambur adamın baretiyle gezdi inşaatları. İşleri yoğunlaşınca hayırsızlaşıyor bizimki. Sadece oğlu Kemal’in ders durumunu sormak için arıyor. Dedim ya size güzel şeyler de oldu. Hatta son gidenimin dışında her şey yolunda.


*Ahhh Asrın ah!


Bu benim kahvene, buğdayına, başağına aç gözlerimi al, kurtar! Gün doğumuyla aydınlanan odanın içinde her sabah yokluğunun boşluğu kaşınıyor. Askıdaki yalnız mont, kimsesiz kalmış geçmişimizden etezyen estiriyor. Huzursuz konuşkanlıkta buz gibi bir görüntü… Kırmızı ve soğuk…


Defalarca uyanıyorum, gecenin hiçbir anına denk gelmiyorsun. Her uyanışım sana doğru dört nala koşan bir atın üzerinden düşüş. Gümbürtü, kırık, itilmişlik… Biz birbirine doğru gidip birbirini iten iki küs karanlık. Bu düşüşte, karanlıkta, yalnızlıkta, soğukta gözlerime senin bakışlarını yerleştiriyorum. Kara deliklerin evreni ayakta tutan kütlesi ve senin gözlerin…


Söyleyeceklerim bu kadar…     


*Mehmet Torlak