İnsan kalemi eline alınca ne yazacağını bilemiyor ki tüm kelimeler birbirine karışıyor. Halbuki düş dünyasında bu mektubu tasavvur ederken öyle miydi? Kelimeler birbiri içinde harmanlanıyor, kalbi titreten cümleler açığa çıkıyordu. Acaba zihnimde bu kadar güzel olan bir şeyi eyleme döküp onu basite indirgemeli miyim?


-Gülsüm, baksana. Sence hayal edilen, hayal edildiği şekli ile daha güzel ise onu öyle mi bırakmalı yoksa hayal edilen dış dünyada illa bir karşılık bulmalı mı?

-Yine saçma sorular sormaya başladın Kerim. Alıştım aslında senin bu tuhaf sorularına, hatta gittiğimde en çok bunları özleyeceğim sanırım.


Saçma sorularım konusunda haklıydı. Kafamın içinde konuşmaya o kadar alışmıştım ki ne zaman biri ile iletişim kurmaya kalkışsam cümlelerimin kaderi olan o ait olamama hissi her noktaya sirayet ediyordu. Ama mecburdum. Gülsüm’e karşı olan hislerimi fark etmeye başladığım anda bu duyguların yanlış olduğunu ve hislerimi saklayarak yaşamanın benim için bir zorunluluk olduğunu biliyordum. Bilmekle kalmıyor, kabul ediyordum. Evet, kabul ediyordum.

Duygularını bu kadar bastırmak zorunda olan birinin zihninde kendine sorular sorup cevaplar vermesi, olması muhtemel kişiler ile sonu gelmez diyalogları olması bu kadar tuhaf olmasa gerek, değil mi? Sahi kaç sene olmuştu, bu hapsedilmişlik duygusu ile yoldaş olalı? On mu? On beş mi? Artık sayamıyordu, demek ki zaman da anlamını yitirmeye başlamıştı. Anlamsızlık yavaş yavaş ona ait olan her şeye el koymaya başlamıştı. En son Gülsüm’ü alacaktı, biliyordu.


Kerim kendi dünyasında gezinirken annesinin sesiyle irkildi:

-Kerim, kardeşinin iki gün sonra düğünü var, sen hâlâ bir işin ucundan tutmuyorsun oğlum. Hadi, kardeşini de çağır, yardıma gelin.

-Gülsüm... Gülsüm... Annem bizi yardıma çağırıyor. Gel.