Tüm gücüyle itiyordu emeğini. Saat sabahın altısı. Yorgun ama muhtaç. Gözlerinde mecburiyetin verdiği hüzün, saçlarında yılların fırçasından akan beyazlar. Karşısında dik bir yokuş.
Önce biraz yavaşladı, düşündü. Yorgundu. Saat çok erkendi. Yaşlıydı. Gücü yeter miydi? Araba kayıp gitse tutabilir miydi? Peki elleri? Nasırları acımaz mıydı? Simitleri düşündü. Simitler düşerse ne satacaktı. "Günaydın" dedi bana. "Günaydın" dedim ezilerek. İçimden çok şey geçti ama hiç tanımadığım yaşlı bir simitçiye içimi mi dökecektim. Günaydın dedim ezilerek. Günaydın. Yokuş bitti. Ekmek parası sonuçta. Arkama baktım. O da yoluna baktı. Tüm gün aklımda gezdi.
Yine saat altıydı. "Günaydın" dedi. "Günaydın" dedim ezilerek. Bu sefer küfür ettim içimden. Kendi ruhu bedenine ağır gelmiş bu yaşlı simitçi emeğini itmek zorunda olduğu için ettim. Bu dünyaya o arabayı itmek için mi gelmişti?
Her gün gördüm onu. Saat altıda. Hiç simit almadım. Neden almadım? Bunu onu görmeyi bıraktığım gün düşündüm. Bir tane bile simit almamıştım. Ama o simitler hep aklımdaydı. Ya da simitçi. Yaşlı, yorgun ve mecbur simitçi. Sonra unuttum onu. İnsan unutur.
Bir gün yokuşsuz, düz bir yolda yürürken gördüm. Öğlendi. Günaydın demedi. Ben de demedim. Küfür ettim. Bu sefer onu unuttuğum için küfür ettim. Kendime. O hala itiyordu. Galiba bunun için gelmişti dünyaya. Yaşlı, yorgun ve mecbur simitçi.