İnsan; yaşamın en karmaşık ve de en basit canlısı, gülüşü kadar var eder kendini ve bir gözyaşı ile yok eder her şeyi, ölümü beklerken yaşayan.


Ölüm, bir daha nefes almamak mı?

Ya da bir daha yemek yememek, bir daha gülmemek, bir daha ağlamamak... Hayır, bir daha düşünmemek, bir daha konuşmamak ölüm. İnsan düşündüğü kadar var olur bu hayatta, konuşabildiği kadar. Konuşacağını bildiğinde konuşuyorsa özgürdür.

Peki biz ne kadar yaşıyoruz? Biz ne düşünüyorsunuz?


Mesela yarını düşünüyoruz; yarın ne olacak ne yenilecek, işe nasıl gidilecek, çocuklara ne denilecek, öğretmen bir şey isteyecek mi, pazara-markete gidilecek mi, gidilirse ne alınacak ve neyle alınacak, vatan sağ olacak mı, asker yaşayacak mı, çocukların geleceği güzel olacak mı, işler düzelecek mi, nereden para bulunur, hayalimdeki değil de para getiren iş ne, mutlu hâlimin işinde mi olmak yoksa yaşamın zorlu şartlarını atlatabilecek mutsuz bir iş mi bulmak...

Ah, ne çok soru! Peki, çözüm ne? İşte bilinmeyen tek soru. Ölüm gülememek, biz zaten gülemiyoruz. Ölüm hayal kuramamak, biz hayale vakit bulamıyoruz. Ölüm nefes alamamak, biz aldığımız nefesi hissedemiyoruz. Ölüm konuşamamak, biz konuşmaya korkuyoruz hatta biz ne konuşacağımızı bile bilmiyoruz. Biz ölüyüz, aldığı nefesi bilmeyen ölüler. Hayattaki tek amacı mutluluk değil yarının sorunlarını uykusuz gecelere yayan ölüler. Toprağa değil sorunlara esir düşmüş ölüler, yaşamayı unutarak yürüyen ölüler, konuşamayan esirler...

Ölüm sizi toprağın altından bir çiçek olarak çıkartır. Biz çok ölü kaldık. Bir çiçek misali yeşerme vaktinin geldiğini düşünen, sorgulayan, bilen, konuşan, çözüm sunan bir çiçek. Bir günebakan mesela, bakacağı günü kendi belirleyen bir günebakan mesela...