24 Kasım 2014


Kapıyı açtı. "Neredeydin?" dedi. Afalladım, "Geldim ya işte buradayım, görmüyor musun?" diye sitem ettim. Üste çıkmak için elimden gelen her şeyi yapmaya hazırdım. Görünüşe göre hiçbir şeyin farkında değildi ya da farkında olmadığını düşünmeye zorluyordum kendimi. "Çocuklar uyudu mu?" diye sordum. Evet, dedi. O gece başka bir şey konuşmadık. Zaten eve geldiğimde de sabah olmak üzereydi. Yaptıklarımdan dolayı pişmanlık hissetmekten korkuyordum. Ama o gece, onun yanında yatan kişi ben olduğum için hiçbir şeyin önemi kalmamıştı.


Ertesi sabah uyandığımda yanımda yoktu. Anlık bir korku yaşasam da mutfağa doğru gitmemle birlikte bu korkum son buldu. Çocuklar çoktan okula gitmiş o ise mutfakta kahvaltı hazırlıyordu.


Beni görür görmez "İşe geç kalacaksın, çabuk bir şeyler ye." dedi. Dün gece eve geç gelmeme ve üstümün çamur içinde olmasına sinirlenmiş olacaktı ki sesinde gizli bir nefret saklıydı. Ona göre ben fabrikada çalışan bir işçiydim. Bu yüzden de yaşadıkları ev, daha doğrusu yaşayacağımız ev, şehrin biraz dışındaydı. Öyle bir yerdeydi ki bu ev, bir adamı bir gece vakti alıkoyup öldürüverseniz kimsenin haberi olmazdı. Belki de olan şey buydu ya da olmayan. Ama tek bir gerçek vardı, o da o evde yaşayan dünyalar güzeli bir kadının varlığıydı. İzin verin size ondan bahsedeyim biraz.


85 kışında sobalı bir evde klişelere uygun bir şekilde dünyaya geldi. Ama hepimizin uzak durmaya çalıştığı klişeler bir türlü peşini bırakmadı. Önce ailesini, daha sonra da çalışmak zorunda olduğu gazinoda itibarını kaybetti. Onu bir türlü terk etmeyen şey ise sahip olduğu eşsiz güzellik. Kimi için talih sayılabilecek doğuştan gelen bu şey, belki de onun en büyük şanssızlığıydı bu hayatta. O kadar eminim ki, eğer seçme şansı olsa ilk kurtulmak isteyeceği şey güzelliği olurdu. Paranın da bir önemi yoktu onun için. Tabii benim açımdan bunu anlamak kolay olmadı. Olabilecek en zor yollardan öğrendim bunu. 


Onu ne zaman görsem hep yanındaydım ama o kişi ben değildim. Siz daha önce kendinizi böyle bir paradoksun içinde buldunuz mu? Ben buldum ve bir gün bu paradoksun dışına çıkacağım konusunda kendi kendime bir söz verdim. Dün gece ise yıllar önce kendime verdiğim bu sözü yerine getirdim. Nehir ile aramdaki paradoks artık son bulmuştu. Evet, adı Nehir’di. Hani küçük Anadolu şehirlerine hayat verircesine akan nehirler vardır ya, işte tıpkı onlar gibi adının hakkını veriyordu. Fakat nehir size ulaşmıyorsa ya siz nehrin yatağını değiştirirsiniz ya da kendinizi nehrin yatağına bırakabilmenin bir yolunu bulmak zorundasınızdır.



12 Şubat 2015 


Bugün itibarıyla neredeyse tam 3 ay oldu. Ve bugün bir şey öğrendim. İnsan, canı isterse en kolay kendini kandırabiliyormuş. Ama bugün farkına vardım ki onu kandırmayı başaramamışım. Peki ya kendimi? Ben gerçekten de olmak istediğim kişi miydim? Her sabah uyandığımda bir başkası gibi davranmaya ne kadar devam edebilirdim? Ama bugün anladım, Nehir her şeyin farkında. Belki de uzun zamandır biliyordu ama içinde bulunduğu çaresiz durumdan korktuğu için o da benim gibi rol yapmayı tercih etti. Kendimi kandırmak ve bu yeni düzene alışmak için o kadar çaba sarf ediyordum ki asıl kandırmak istediğim insan, bu oyunu benden daha iyi oynarken bir budala gibi alkışladım onu. Gerçek hayatta bir türlü yakalayamadığımız uyumu karşılıklı oynadığımız bu oyunda yakalamıştık. Ben her sabah tıraş olup işe gider gibi yaparken o da beni, onu geçirdiği gibi geçirmişti. Neden bir tepki göstermedi? Hiç mi sevmiyordu onu? Bu kadar mı korkuyordu benden? Onun sevgisini isterken korkumla mı boğmuştum yoksa onu? 


Akşam vakti yine işten gelir gibi eve geldim. Çocukları da evdeydi. "Günün nasıl geçti?" diye sordu. "Her zamanki gibi, yorucu." dedim. Bir fabrika işçisinden duymak istediği klasik cevaptı bu. Bir an bilerek bu soruyu sorduğunu düşündüm ve kendimi tutamayıp "Neden? Neden? Rol yapıyorsun, ikimiz de gerçeklerin farkında değil miyiz?" demek istedim. Ama bu büyülü gerçekliğe o kadar kaptırmıştım ki kendimi, bir noktadan sonra bundan vazgeçemeyeceğimi biliyordum. Hem gerçek neydi? Rolümüze bu kadar sıkı sıkıya sarılmışken gerçeğin bir önemi mi vardı? Belki o da seviyordu oynamayı böyle, kim bilir. Eğer bizi uyandıracak birisi varsa o da ben olamazdım. O da farkındaydı kaybettiği şeyin geri gelemeyeceğinin. Bu yüzden belki de hâlâ bu oyunun bir parçası gibi hareket ediyordu. Benim ise en büyük sebebim oydu. Bugüne kadar çalışıp çabaladığım ve hak ettiğim zengin hayatından vazgeçmiştim onun için. Evin dışında yine aynı hayatı sürüyordum fakat evde bir fabrika işçisiydim. 



23 Haziran 2005


Bizim Fırat çağırdı bugün, önemli bir şey söyleyecekmiş. Telefonu kapadıktan sonra yanına gitmek için yola koyuldum. Bizim Fırat dediğime bakmayın, düşündüğünüzden çok daha yakınım ona. Aslında canımı en çok sıkan şey de ona bu kadar yakın olmak. Fırat iyi çocuktur, çalışkandır, dürüsttür, namusludur. İşte bu yüzden yollarımız ayrıldı bizim onla. Ama eskiden ortak bir noktamız vardı, şimdi ise iki tane var. Bu yüzden, belki de sırf merakımdan bugün onun yanına gidiyorum. İçimde bir korku var, doğru fakat bugün yüzleşmem gereken bir şeyle karşılacağımdan da eminim.


Fırat’ın yanına gittim. Tam da bana söylediği saatte. Belki bu hayatta en doğru yaptığım şey, söylenen saatte söylenen yerlerde olmamdır. Fırat son derece mutlu görünüyordu; yine her zamanki gibi sinekkaydı tıraşını olmuş, aramıza çığ sokmuştu. "Beni neden buraya çağırdın?" dedim. Bunu derken bile vereceği cevaptan son derece emindim fakat bir mucize olsun istiyordum. "Rıfat, hani sana daha önce bahsettiğim bir iş vardı ya, o oldu." dedi. Tam bununla sınırlı kalır derken devam etti. "Konuştum onunla, her şeyi bırakıp gelebileceğini söyledi." O anda uzun süredir kafamda sağa sola çakan şimşekler bir anda duruverdi. Buraya kadardı. "Tebrikler kardeşim," dedim ve sarıldım. Duraksadı, o bile şaşırmıştı vermiş olduğum bu tepkiye. Fakat beni hafife aldığının farkında değildi. Eskiden de böyleydi bu. Maç yaparken kaleyi boş bırakırdı ama golü ben atardım. Sadece biraz zamana ihtiyacım olduğunu biliyordum. 


Aradan 2 hafta geçti. Her gün aynı kişiyi rüyamda görerek uyanıyordum. Kabul etmek zordu, belki de onun beni gördüğü kadar çaresiz ve aciz bir durumdaydım. Onun gibi olmayacağımı biliyordum, ben de ondan daha iyi olmaya karar verdim. O vicdanlıydı, ben değildim. O bir sineği bile incitemez, benimse gözüm kapalı her şeyi yapacak cesaretim vardı. O kaybetmeyi hak ediyordu. Benim ise önce zamana ve kendimi kazanmama ihtiyacım vardı. Olan her şeyi unutup hayatıma devam edecektim. Ta ki o gün gelene kadar.



29 Eylül 2015


"Hayır, hayır, hayır bir dakika açıklayabilirim, çok büyük bir hata yapıyorsunuz. Ben o değilim diyorum sizlere, neden inanmıyorsunuz? Benim bu olup bitenlerle hiçbir alakam yok, keşke olsaydı ama yok. Ben o değilim. Ama size onun kim olduğunu ancak ben söyleyebilirim." Tabii ki de bu sözler sokak arasında can çekişen bir kedi gibi kıvranan ben için hiçbir fayda sağlamadı. Ama her zaman olduğu gibi denemeye, elimden geleni yapmaya kendimi adamıştım; diğerleri ile aramdaki en büyük fark da buydu zaten. O sabah bunların yaşanabileceği konusunda en ufak bir fikrim dahi yoktu. Şu anda ise iki şakağımın tam ortasına dayanmış bir beylik tabancası ile ölüme uygun adım geri sayıyorum. Çevremde toplanmış ve son derece rahat tavırlar sergileyen bu dört adamın kim olduklarına dair hiçbir bilgim yok. Sadece kafama dayanan silahın soğukluğunu ve yaptıklarımdan dolayı hiçbir pişmanlık içinde olmamanın rahatlığını hissediyorum. 


Silahı kafama dayayan adam elini yavaşça geriye doğru çekerken birden silahın arka tarafı ile kafama vurdu ve geriye doğru düştüm. Silahın tetiğini çekip "Anlat, karın ve çocukların gelmeden anlat!" dedi. Korkudan bile olsa onlar da bu durumdaki bir insanın durmadan salağa yatmasını anormal bulmuş olacaklardı ki, beni dinlemek istediler. "Anlatacağım fakat benden ne istiyorsunuz? Onu söyleyin." dedim. Bana resmen bıyık altından sanki bu günün geleceğini önceden biliyormuşçasına gülümsedi ve "Borcunu zamanında ödemedin, sana verdiğimiz bütün ek süre de doldu, o yüzden artık bunların bir önemi yok." dedi. Son bir kez daha tabanca ile kafama vurduktan sonra anlatmaya başladım.


"Ben fakir bir ailede doğdum ama tek başıma doğmadım. İstediğim fakat sahip olamadığım şeylere sahip olmak için durmadan çalıştım. Fakat yine de bir şeye hiçbir zaman sahip olamadım. Şimdi siz beni burada öldüreceksiniz ama aslında öldürmeniz gereken insanı, kardeşimi, ben bir sene önce kendi ellerimle öldürdüm. Evet biliyorum, bu deli ne saçmalıyor diyorsunuz ve aklınızdan bir an önce tetiği çekmek geçiyor. İşin aslı, ben ve kardeşim görünürde aynı, sözde farklı iki insandık. Bu durum bazen bazı sorunlar yaşamamıza sebep olurdu. Biz de bu durumun üstesinden gelmek için bir çözüm bulduk. Ben sakal bırakmaya karar verdim, o ise her sabah tıraş olmaya. Biz bunu birbirimizden ayrılmak için değil dünyalarımızı ayırmak için yapmıştık. Daha önce de söylediğim gibi, onu öldüren şey, aynada gördüğü yansımasının ucuz bir kopyasıydı.


Silahın kilidini açtı. "Peki neden öldürdün kardeşini o zaman?" dedi. "Karım, şey yani, karısı yüzünden. Biz aynı kadına aşık olduk, ama Nehir onu seçti. Bense bunu hiçbir zaman kendime yediremedim. Sanki bütün hayatımdaki tek eksik parçayı benden zorla alıkoyuyormuş gibi hissediyordum. Bunun böyle devam etmeyeceğine karar verdiğim o gün, o malum kararı aldım. Doğrusunu söylemek gerekirse hiç de kolay olmadı. Tam üç defa vazgeçtim öldürmekten fakat dördüncü sefer artık dayanamadım ve onu öldürdüm. Daha sonra ise onu başlattığın bu hayat oyununda rolümü oynamaya devam ettim." İkna olur umudu bile hikayemi anlattıktan sonra tepkisini beklemeye başladım. "Rıfat, Fırat’a selam söyle." dedi ve tetiği çekti.


Bunlar duyduğum son sözlerdi. Bu adamların benden haberi vardı. Adımı, nerede yaşadığımı biliyorlardı. İşte son nefesimi verdiğim sırada anladım ki aslında hiçbir şeyden haberi olmayan ve oyuna ayak uydurmaya çalışan bir tek benmişim.




Son