1981’de, bir yerde yine sabah oluyordu.

Ve…

Güneş acıma duygusunu yitirmiş bir şekilde doğuyordu. Ve ihanet etmişçesine gün sonu batıyordu. Bu hep böyleydi.

Bazı insanlara benzetilirdi Güneş çünkü ihanet etmeyi ve özellikle inkâr etmeyi çok iyi bilirdi ve birazcık da ikiyüzlüydü. Bu kadar birleşik güçlere sahip bir yapı zaten ancak bir insana benzeyebilirdi.

Hünerleri bu kadar değildi, ayrıca çok usta bir yalancıydı da. Bu yalanları her gün söyler ve inançlılarsa bu yalana sanki göklerden gelmiş bir vahiymişçesine inanırdı.

Zaten inançlılar, herhangi bir şeye sorgusuz inanmak için kafalarını bile keserdi. Ya da kimin daha dindar olduğunu görmek için birbirlerini öldürebilirlerdi.

Güneş, yalanları anlaşılmasın diye yüzünü göstermezdi. Zaten birisi eğer yüzsüzse yalanını asla anlayamazdınız.

Ve…

Yine böyle böyle güneş doğuyordu.

Bilinmeyen ya da bulunmayan bir yerde, her insan sabah olunca birtakım şeyleri sorgulardı ve buna “hayat sorgusu” denirdi, bu onlara verilen birer görevdi.

Kimileri bu sorguda galip gelemezdi, kimileri de galip gelebilirdi, “sözde” kazananlara “başarılı” denirdi, yenilenlere de “kaybeden” denirdi.

“Kaybeden” diye adlandırılanlar “yoldan” çıkmayı ve yolda duraksamayı sevmezdi, onlar her zaman yoldaydı, zaten yol bitmezdi, biten çoğu zaman labirentin duvarı olurdu.

Dünyanın hiçbir yerinde biten bir yol olmazdı ve bu yolların başlangıçları asla bilinmezdi, kadim bir dile göre meçhuldü. Ama yine de nereye gidileceği o kadar iyi bilinirdi ki kaybedenler şaşkınlık içinde yol alırdı. Bir yolun başlangıcı hiçbir zaman bilinemezdi, sonu ise zaten hiç var olmamıştı.

Mesele yolun var olması ya da olmamasıydı

Oradaki insanlar, kendilerini eleştirmeden diğer insanlara yafta yüklemekten oldukça hoşlanırdı, bu yaptıkları yegâne aktiviteydi; “kaybeden” ya da “başarılı” insan yaftalarını, Babil’in eski ve küflenmiş kütüphanelerinden çıkarıp kullanmakta adeta ustaydılar.

Her nasılsa, kaybedenleri anlatmak için Babil dâhil hiçbir efsanevi kütüphane yeterli değildi. Hiçbir sözlükte anlamı doğru verilemezdi, zaten öyle bir kelime yoktu. Bazı kelimeler elbette zordu. Kelime. Belki de anlamı anlatılsa bile kimse anlamak istemezdi, bu bilinemez. Zor karar veren insanlar ilişmekten korkardı güçlü kelimelere.

Kısacası; yolda olanlara aslında kaybeden denirdi, hiçbir ehliyeti olmasa bile yolda olanlara da “cesur” denirdi. Yine, bu tarz konuların konuşulduğu ve konuşurken hiç kimsenin adamakıllı sakin olamadığı zamanlarda, aslında hiç olmayan insanların arasında yirmili yaşlarda bir adam vardı.

Adam elbette herkes gibi kendini yalnız hissediyordu, zaten, yirmili yaşlarda insanlar orada istisnasız olarak kaybederdi. Ve bu adam “her zaman adı olmayanlardandı”, ona istediğiniz şekilde seslenebilirdiniz. Günün birinde sizi duyacaktı.

Sadece içindeki çığlıkları ve kafasındaki sessizliği yok etmesi gerekiyordu fakat bunlar gerçekten zorlayıcıydı çünkü çığlık susarsa sessizlik gelirdi ve sessizliğin olmadığı yerde çığlıklar hâkimdi.

Her sabah uyanmak istemediği sabahlara uyanıyordu, yirmili yaşlarda insanlar uyanmak istemediği sabahlara uyanırdı ve bundan hoşnut olmazlardı. Ve o uyandığında illa ki gereksiz kahvaltısını yapardı, ağzını doldururken bir yandan da gazetesini okurdu. Gündemden uzaklaşmak için gazete okuması elzem bir davranıştı.

Kahvaltı esnasında kahve içmezdi, bu bir tercihti. Tercih meselesi…

Yediği her lokma boğazından zorla inmekteydi çünkü yorulmuş bir bünye her zaman alkol arardı, haliyle yutak ve yemek borusu yorulurdu. Boğazına musallat olan ağrı ise alkolden dolayıydı, “her zaman adı olmayan adam” bu ağrıya “Alkol İfriti” diyordu.

Ne zaman bir şey yese boğazına bir şeyler musallat olurmuşçasına boğazı acıyordu.

Musallat geçmiş gibi olduğunda da midesinde bir isyan patlak verir ve ardından büyük bir iç savaş yaşanırdı. İç savaşların ne kadar tehlikeli olduğunu dünya tarihi her dönem deneyimlemişti. Uzak durulur. Iraksak.

Eş zamanlı olarak gazetesi ve kahvaltısı bitmişti ve bunu seviyordu. Her zaman için sağ kanattaki gazetelerin yarısını okurdu, sol kanattaki gazetelerin ise sadece çeyreğini okurdu ama asla bir tam gazete okumazdı.

Onun için her şey dörtte üçtü.

Dışarı çıkıp eski model pikabıyla gezmek istedi fakat bu küçük fikirden hemen vazgeçti. Bu zor, yorucu ve acınasıydı. Evinde oturup yirmi yıl sonra “belki” yazacağı kitabı düşündü. Kitap.

Kitap, beynini şimdiye kadar en çok zorlayan şeydi. Kafasının içinde bir beyin olduğunu, diğer bir deyişle beyninin küflenmediğini; eline kalem, önüne kâğıt alınca fark etti. Sevk olduğu ağır düşünceler nihayetinde, hiç fark etmeden konunun aslında bittiğini gördü.

Evin demirbaşlarından biri olan ve adamdan sonra gelen, yer yer sökükleri olan eski koltuk, dili olmadığı için üzgündü. Ve şu an o koltukta evin demirbaşlarından diğeri oturmaktaydı.

Herhangi bir şekilde kıçını koltuğundan kaldırdı ve evin kapısına yönelip neredeyse kendisiyle yaşıt olan kapıyı açtı.

Göğün mavi tonuna bakındı, adeta otobüs durağı gibiydi. Zamanında iyi yürekli bir şairin dediği gibiydi.

Bakındı…

Bakındı…

Beklediği gibi değildi. Aslında hiçbir şey hayatında beklediği gibi gerçekleşmiyordu ve artık bir şeyler beklemiyordu. Gökyüzü bugün için sevecendi.

Her zaman bir yerden kavga çıkaran gökyüzü bugün sevecendi. Sebebi belki de yazın gelmesiydi ve yaz gelince burada gökyüzü yeni doğmuş bir oğlan gibi olurdu. Bunu bilmek artık genel kültürdü.

Oradaki bebekler en savunmasız anlarında sevilirdi.

Derin bir nefes…

Sigara paketi…

Çakmak…

Derin bir nefes…

Etrafına bakındı, yani sağdan sola boynunu döndürdü; ahır, eski model pikap, ağıl ve başını alıp gitmek istediği çiftlik kapısını gördü.

Adam, babadan kalma çiftliğinde oturuyordu. Çiftlik alışılmışın dışındaydı çünkü çiftlikte ne büyükbaş ne de küçükbaş hayvan vardı. Derin konuydu.

Pikap sadece beş metre uzaklıktaydı, görmezden geldi çünkü o pikaptan nefret ediyordu. Beş yıldır durduğu yerde duruyordu. Ve babası kırk altı yaşında, o pikapta intihar edeli beş yıl geçmişti. Annesi, babasını o pikapta aldatalı altı, gözden kaybolalı da beş buçuk yıl olmuştu.

Geçen altı yılda hiç eğlenememişti, yaşı yirmi dört olmasına rağmen kendini elli yaşında gibi hissediyordu. Babasının intiharı oldukça basitti, yaşadıkları hiçlik bölgesinde, aslında olmayan insanlara tahammülü kalmamıştı.

En ucuz ilaçtan iki üç paket almıştı. Pet şişesinde, misafirlikteki çekingen küçük bir kız çocuğu gibi duran yarısı buharlaşmış, küf kokulu suyla ilaçları içmişti. İşte bu kadar basitti bir insanın hayatı; küf kokulu su ve belki de o ilaca ihtiyacı olan başkalarının işine yarayacak iki üç paket ilaç.

“Ecza hane”…

Bu yüzden, o da pikabı insan öldürmek ister gibi öldürmek, canını almak istiyordu, alamazdı ama istiyordu. Cansız. Nitekim satmak onun için bir çare değildi. Sattığı zaman yaklaşık iki ayda, bazen bir ayda sanki hiç satılmamış, hiç teker sürtmemişçesine geri geliyordu. Yolunu kaybetmiş elli bir yaşında bir çocuk gibi.

Üstelik adam fark etmese de geri gelen pikabı evinden yine beş metre uzağa park ediyordu. Bu onun huyuydu. Huylar hiçbir zaman duraksamayan dere gibiydi. Pikapların lanetli olduğu gerçeğini yaşadığı hiçlikte bağırmak istiyordu, ama ne yazık ki ses hiçlikte yayılmazdı. Boşluk.

Bu acınası durum aslında onu fazla etkilememişti, sonuçta her zamanki gibi kendi içinde yalnızdı ve her zaman için yatağına yalnız giriyordu. Ailesi hayattayken bile yalnız olan insanlara hiçbir şey, hiçbir durumda düzgün hissettiremezdi.

Şehre yürüyerek indi…

“ÖĞLECİ”de yemek yedi…

Ağzını sildi…

Ayağa kalktı…

Eve gitti…

Akşam olmuştu…

Uyku saati…

Fakat uyku saatinde onu ağır düşünceler basıyordu, üstelik sadece onu değil, daha varlığını yeni öğrendiği beynini de meşgul ediyordu. Aslında bu düşünceler, beyninde az maaşa çalışan memurlar gibiydi.

Sabah sekiz, akşam sekiz arası vardiyalı çalışıyorlardı, adam içtiğinde onlar da mesaiye kalıp daha çok iş yapıyorlardı. Fransız İhtilali döneminde işçiler de bu kadar çalışıyordu ve itaatsizlik eden işçiler giyotin ile cezalandırılıyordu.

Ama adam Fransız değildi…

En azından, kafatasında asla yalnız kalmıyordu.

Sadece yattığında, ya da en azından yatabildiğinde kafası biraz olsun rahatlıyordu, yatmak istiyordu sonsuza dek. Giyotin. Yatamadı, onun yerine sadece düşündü. Kafasında şu an gezinen düşüncelerden biri de sahile gitmekti, tüm içtenliği ile sahile gitmek istiyordu. Orada satılan ucuz viskilerden içmek istiyordu.

Viskiler bekletilmediği için ucuzdu, damıtıldıktan sonra şişelenip hemen ardından satılıyordu. Ve buradaki viskiler ekşi elmadan yapılıyordu, viskinin buruk kokusu cam şişeye aldırmadan dışarı çıkıyordu. Aldırışsız.

Ekşi elmadan yapılan viskilerin buruk olmasının sebebini elmaların yaşadığı yere bağlayan büyükler vardı. Ama oradaki büyükler zaten her zaman bir şeyleri bir şeylerle bağdaştırıyordu, bu önemsizdi. Esasında, viskiler melankolikti, her viskinin melankolik birer birey olması damıtıldığı yeri intihara sürüklemekteydi. Ve viskilerde “Viski Psikolojisi” hâkimdi.

Bu melankolik viskilerden en az iki üç şişe alıp sahile gitmeyi yeni yeni âdet edinmişti. Ve öyle ki kendi kafasında kurduğu plana göre parası kalmayıncaya kadar aynı alışkanlığı sürdürecekti. Fakat uzun süren alışkanlıkların sonunda huy olarak kaldığını bilmiyordu ve ne yazık ki huylar para miktarını umursamadan insan vücuduna yapışıyordu.

Çünkü huy huydur.

Kafaya koyabilmişti… Yani en azından kafasında boş bir yer bulup araya bu düşünceyi de sıkıştırıvermişti. Zaten bu hep böyledir, uzun süren alışkanlıklar huy olur. Huy olarak edinilen uygulamaları bir topluluk uygularsa da buna gelenek denirdi, geleneklerse oradaki insanların sevmediği bir eylemdi.

Ekşi elmadan yapılmış, buruk kokulu, ucuz viskiyi içmeyenler her zaman bir adım gerideydi ve hiçbir alışkanlıkları yoktu.

Doğru insan onlardı. Doğru. Yanlış.

Orada bazı insanlar terk etmeyi, bazıları da terk edilmeyi sanki en sevdikleri içecekmiş gibi tadarlardı. Fakat adam içecek sevmediğini söylüyordu, hayat onun için uygun olan çizgiyi çekmişti ve ona “yol” demişti.

Terk edilmek oldukça yeni bir duyguydu çünkü her insan yola çıkmaktan ölesiye korkardı; orada yola çıkmak yerine ölen kimileri vardı. Korkunun büyümek olduğunu bilen yaşlılar, iyice küçülmek isterlerdi. Aynı anda küçülenin de öldüğünü iyi bilirlerdi.

Korkusuzdur oradaki yaşlılar.

Adam kendi yoluna uymak için buruk kokulu ucuz viskiden iki üç adet alıp sahile gitti. Ekşi elmadan yapılmış viskiyi, şişesiyle beraber cengâver edasıyla kaldırdı. Yudumladı.

Ağladı…

Ağladı…

O gün eve döndüğünde insanlara, denizin nasıl taştığını, taşan denizle nasıl konuştuğunu ve denize nasıl teselli verdiğini anlatamadı. Ama ağladığı anlaşılıyordu.

Ağlayan insanların denizle münasebeti olurdu.

Hiç ihtiyacı olmasa bile sevgiye muhtaçtı, hep kendine dönüyordu, hep yalnızdı ve beş yıldır pikabını da çalıştırmamıştı. Pikabı çalıştırmak için arayışa çıkmıştı ama boşunaydı.

Çizilen yolu kayıp ve kapkaranlıktı. Bulunamazdı.

Ertesi gece tekrar sahile gitti.

Bu sefer rüzgâr çok ağır olarak hissediliyordu ve hayattaki son dayanağı olan tokası da kopup rüzgârın onu nereye götüreceğini bilmeden, sırtına atlayıp yolculuğa çıktı.

Toka artık özgürdü. İstediği yerde, yarısı içilmiş kahveye düşmeden seyahat edebilirdi.

Buna oralarda özgürlük denirdi ve her yerde bulunmazdı. Eskisi gibi değildi artık.

Tokanın özgür olması dalgalı saçlarını da özgür yapmıştı, her şey yavaş yavaş çözülür gibiydi, saçı kumla dolmuştu ama ağır değildi, sadece doluydu. Dolu.

Ve o özgürlüğün olmadığı yerde yaşayıp mutlu olabilen tek insandı.

Kendi içinde hiçbir zaman özgür olamadı. Doğduğunda bile, “yol” tarafından kalın zincirlerle sarılmıştı. Ve zincirleri kırmak için yapabileceği hiçbir şey yoktu, eli kolu bağlıydı, sadece çığlık atabiliyordu ya da susabiliyordu.

 

O daha çok susmayı tercih ediyordu.

Buruk kokulu viskiyi içmeye devam etti.

Ağladı…

Yaşadığı yerde her şey hemen hemen olacağına varıyordu, insanlar ölüyor, bebekler doğuyordu. Kelebekler ölüyor, kelebekler doğuyordu.

Bir zaman sonra insanlar yalnız kalıyordu ve gittikçe soğuyordu. Doğanın kanunları her an işlemekteydi. Doğallık hâkimdi. Doğal. Kanun.

Orada sevgi arayanlar normal değildi. Çünkü sevgi aramak doğal değildi, o sadece kendini avutmak istiyordu, sevgiye bunun için muhtaçtı. Ya da değildi.

Kafasında bir beyin için gereken tüm bileşenlerin yanı sıra olmaması gereken belirsizlikler, karamsarlıklar ve duygular vardı. Ekşi elmadan yapılmış viskiden içince bütün belirsizliklerin çözüldüğünü, tüm karamsarlıkların aydınlandığını ve duyguların bastırıldığını oldukça iyi biliyordu.

Düşündüklerini ne kadar unutsa bile yine de ağlıyordu; onun gözleri, ne duygularına ne de gözlerine bağlı değildi. Belki de apayrı bir organdı, özerk bir gözü vardı. Bağımsız.

O arada…

Sahilin havası bozulmuştu, etraf zifiri karanlıktı ve yağmur yağacaktı, bu hissediliyordu çünkü zayıflıktan içe göçmüş yanakları ıslanmaya başlamıştı.

Uzun süredir ekmek yiyip viski içiyordu. Bunalım.

Sağanak olacağı bilinemezdi ama yağmur illa ki yağacaktı. Orada yağmurun yağması doğal bir olaydı, en nihayetinde olacağına varıyordu.

Ve artık ruhen yaşayan biri değildi. Fiziki olarak yeryüzündeydi ama ruhu ait olduğu yere “yakındı”, bazı engeller nedeniyle kapana kısılmış bir ruhu vardı. Yeryüzü.

Ama zaten oradaki sonların hepsi aynıydı, üzücüydü ama asla öldürmezdi. Bu da doğaldı.

Viskisi bitti, evine döndü ama nasıl döndüğünü bilmiyordu, sadece dönmüştü, yolları ezbere bilmiyordu. Sadece yürüyebiliyordu, sarhoşlar ancak yürüyebilirdi çünkü düşünme yetenekleri “Alkol Bekçileri” tarafından esir alınırdı.

Bu yüzden sarhoşları yaşadıkları hiçlikte ciddiye almazlardı ama sarhoşlar her daim doğruyu söylerdi, bu bir kuraldı. “Alkol Bekçileri” düşünme yeteneğini esir alınca sadece doğrular konuşulurdu, doğrular da mafyalara benzerdi, bekçiler de dâhil herkesle anlaşma yapabilirlerdi.

Kafasının içinde anlaşmalar, duraksamalar ve intiharlar yaşanırken o evin içine donuk bir şekilde baktı, sayamayacağı kadar çok viski şişesi vardı ve asla nereden geldiklerini bilmiyordu. Belirsizlik.

Kendini koltuğuna attı, o anlarda boynundan yukarısını hissetmiyordu. Kafasını sağa yatırmaya çalıştı fakat sola yatırdığını fark edince bu hatasını düzeltmeye çalıştı. Ama başarısız oldu.

En başından “başarısızdı”, kaybetmişti o.

Başarısız olmak bildiği bir duyguydu, kendi içinde bu duyguyla yaşayıp bu duyguyla büyüyordu, o duygu sayesinde elli yaşındaydı. Yaşı ilerlemişti.

İnsanlara göre başarısızlar kaybedenlerdi, nitekim bunu söyleyenler de başarılı değildi, orada kime söz hakkı verildiyse hep aynı şeyi konuşmuştu ve artık kimseye söz hakkı verilmiyordu. Herkes susuyordu.

Herkes biraz kaybedendi ama cesaretleri yoktu, o diğerlerine nazaran çok daha fazla cesaretliydi. Uzak durulan her şeyin bedeli vardı.

O da bedelini ödemek üzere yola çıkmak istemişti, hissediliyordu. Bedel ödeyenlerin çoğu dönmüyordu ya da tartışmalıydı, belki de dönüşler bedel ödeyenlere göre değildi.

Onun sevgi arayışı gün içindeki üçüncü viski şişesini bitirince bitmişti. Artık arayışta değildi.

Çiftlik onun muydu, bundan şüphe ediyordu, ahır ve ağıl ona mı aitti? Bu soruların cevabını karmakarışık beyni cevaplayamıyordu.

Biraz daha viski…

Buruk koku…

Elma tadı…

Yutak…

Öksürük…

Kendine ait olduğundan şüpheli evden, beş metre uzaktaki pikap onundu ve pikap ona ait olduğunu belli etmek için elinden geleni yapıyordu, adamın onu görmesi uzun sürmüştü.

Ağladı…

Evden tekrar çıktı, rüzgâr saçına değdi ve saçındaki kumlar döküldü, kafası biraz daha hafifledi. Viski içmeye devam etti. Ardından dayanamadı, “kustu”.

Babası öldüğünde babasının gömleğinin cebinde bulduğu “cansız” sigara paketini sonunda gün yüzüne çıkarmıştı ama paket halen cansızdı. Canlanamazdı.

İki dal sigara vardı. Birini aldı, biraz ezilmişti ama içmeye değerdi. İçmeye başladı.

Sigara babasıydı, içine çektikçe kayboldu, sigara bittiğinde rüzgar babasını aldı ve o da her zamanki gibi yalnız kaldı.

Gün ağrıyordu, henüz güneş gözükmemişti ama güneşin çalışma saati yakındı, her şey gibi o da olacağına varacaktı. Her şey.

Artık hayatında bazı şeylerin de olacağına varması gerekiyordu. Bunu hissettiğinde sarhoştu ama düzgün düşünüyordu, bekçiler kafasını meşgul etmiyordu.

Yaklaşık beş dakikalığına kendisi oldu, viski şişesini kafasına dayayıp iki üç yudumda bitirdi, içeri geçip diğer şişeyi aldı. Onu yudumlamadan beş metre yürüdü.

İstediği yerdeydi, pikabın yanına gelip donuk donuk baktı, kapıyı açmayı denedi, kilitli değildi, içeriye oturup viskisini yudumladı. Her şey ezbere gidiyordu. Bu yolları, adımları veya herhangi bir hareketi daha önce yapmıştı sanki.

Üstü tozlanmış anahtar kontağın üzerindeydi, “basit” bir hareketle kontağı çevirdi.

Yanmakta zorlanan farlar zor da olsa yandı ve sanki eski bir kaybeden şarkısı gibi ses çıkaran motor öksürdü. Bunlar pikabı tamamlıyordu. Pikap tüm benliğiyle adamındı, adam da babasınındı.

Pikaba bindiğinde beş yıldır durmadan ilerlemiş gibi gözüken tarih sayacına baktı, çok tozlu bir sayaçtı, neredeyse sayılar gözükmüyordu; gördükleri “16/04” ile sınırlıydı, tozu silmek istemedi çünkü anılara ihanet etmekten hoşlanmıyordu.

O an büyüdüğünü anladı çünkü hatırladığına göre, doğum günü “16/04/1957” idi, artık kendini elli bir yaşında hissediyordu.

İleri geri hamlelerle pikabı çiftlik kapısına sürdü ve kapı sanki pikaptan ya da adamdan korkmuş gibi çarptığı an tuzla buz oldu.

Adamdan ve yapacaklarından tüm çiftlik korkar vaziyetteydi. Ahır, korkudan kapılarını ardına kadar açmıştı; ağıl, içindeki samanları dışarı savurmuştu, genç bir kadın gibiydi ve ev güneşin etkisiyle buruk kokulu viski şişelerini parlatıp ışıldatıyordu.

Çiftlik kapısı klasikti. Tuzla buz. Olacağına varmıştı.

Adam patika boyunca sürüp belki de olacağına vardıracaktı.

Ekşi elmadan yapılmış viskisini yudumladı, elinde bundan başka viski yoktu ayrıca hayvanlarını satıp buruk kokulu, ekşi elmadan yapılmış viskiden almıştı, bu yüzden çiftlik bomboştu.

Viskiyi yudumlayınca babasının paketindeki son sigarayı da yaktı ama artık babasını sigarada hissedemiyordu.

Sigara paketini ve viski şişesini, umursamadan, belki de diğerleri de “kaybetmesin” diye ormana fırlatıverdi.

Ağlıyordu…

Hızlandı…

Adam uzun zamandır uyku denilen meretle görüşmemişti, uyumak istiyordu. Çok uyumak istiyordu.

Pikap yol sonunda özgürlüğüne kavuşur gibi denize atladı, tekerler adeta koşar gibi dönüyordu, adam çok uyuyacağını tekerin sevincinden anladı, bekledi, kısa bir süre sonra sadece uyuyacaktı.

Pikap evden yaklaşık yüz kilometre uzakta, denizin içinde kayboldu. Pikap da “başarısız” oldu. O sırada adam uyanamayacağı uykusuna dalmıştı. Her şey olacağına varmıştı.

Çok geçmeden su yüzeyinde açılmamış, ekşi elmadan yapılmış, buruk kokulu viski şişesi ve yanında adeta kendini açıklamak için sürüklediği tarih sayacı belirdi.

Sayaç denizin acımasız suyuyla tozlarından arınmıştı ve üzerinde “16/04/1976” yazıyordu. Yavaşça o da battı.

Gözden kayboldu…

Şişe kıyıya vurdu…

Orada kaldı…

Kitap yazılamadı…

1981’de, bir yerde yine sabah oluyordu.

Ve…

Güneş acıma duygusunu yitirmiş bir şekilde doğuyordu. Ve ihanet eder gibi, gün sonu olunca da batıyordu. Hep böyleydi.