Yaşamın kaynağıyla bakışmamanın bıraktığı duygusal hasarın yıkıntıları arasında yaşıyorum. Benim gezegenimde iki ışık durumu var: Beni karanlıktan ayıran perdenin iç tarafını aydınlatan sarımsı ampuller ve zifiri karanlık. Ömrümün yarısını bir durumda, diğerini öteki durumda geçiriyorum. Döngüye farklılık katan yağmur, kar, sis gibi sürprizlere sahip değil kapalı sistemim. Ya ışık ya karanlık arasında tercih yapmak zorundayım. Ya tekrarların yarattığı sıkıntı hissi ya karanlık. Ya düzenin getirdiği çıldırma hali ya karanlık. Ya ölümü bekleyerek geçen karanlık ya ölüm. 


Bir insan somut dış etkenlerin olası etkilerini bu kadar aza indirmişse ister istemez zihnini de bu parametrelere karşı korumaya almış demektir. Döngüselliği kendi kendine hissettiren insan, hayatın amaçsızlığını yine kendi içinde hisseder ve kayıtsız olmaya duyduğu inanılmaz büyük bir yatkınlık ile mevcudiyetini gerçekleştirir. Geçici uğraşlar ve ruh halleri onu etkilemekten çok uzaktır, o varlığı ya var ya yok olarak algılar. Siyah ve beyaz, karanlık ve aydınlık. Onun için geri kalan renkler bu iki uca ulaşırken geçen aşamalardan ibarettir. Final durumları değildir, “Zwischenzustand”lardır. Hayatın ara durumlarında oyalanamayacak kadar uzun olduğunun farkındalığı onu kendini oyalama tatmininden alıkoyar. Sonsuz bekleyişe oturan bir keşiş gibi zamanın akmasına içtenlikle göz yumar. Renklerin geleceğini umut edecek kadar aklı havada bir insan değildir. O, renklerin var olmadığını bilir. Bekleyişi nihai yokluk gerçekleşene dek sürer. İhtimallerin sıfırlandığı mutlak yokluk anının vereceği sonsuz huzur hali ömrünün üzerini çizip atmaya yeter ve artar. Sürekli yanılgılara düşmekten vazgeçemeyen zihnin hak ettiği en gerçekçi ödül ve ceza budur. Yanılgı ihtimalini taşımayan bir düşünce konusu: bekleyiş ve ölüm. 


Ölümü ve varlığı sorgulamayan düşünceleri üretmeye harcanan beyin oyalanmakta, bu beynin sahibi ise gerçeklerden kaçmaktadır. Farkında olmadan dolaylı yollardan ölümü betimlediğini fark etmemekle kendini mutlu bir insan olarak tanımaktadır. Halbuki bilinçdışı bu yükün farkında ve akıl sağlığını korumak için kendine söylenen yalanlar ve telkinler dışında başka bir yol bulamamaktadır. Kişi zihninde sürekli olarak parlatıp cilaladığı otoportresini taşır. Bu otoportrenin gerçek varlık ile uzaktan yakından alakası yoktur çünkü bu otoportre objektif yargılarla üretilmemiş, aksine öznelliğin sınırlarında gezinilerek onlarca kat manipülasyonla yoğrulmuştur. Kendini bile gerçek şekilde görmesine izin vermeyen bu zihin gücü karşısında insanın yapabilecekleri sınırlıdır. Gerçeklerin sürekli çarpıtılmakta olduğu bu bilinç makinesinin yanında var olmaya çalışan duygusal benlik, ağlayan bir çocuktan farksızdır, güçsüzdür. Avutulduğu ve oyalandığı ölçüde mutludur, aksi takdirde var olan huzursuzluğu hisseder.