Halbuki beş dakika önce ne kadar da yorgundum. Göz kapaklarım günün yükünden ağırlaşmış kapanıyordu. Orta Asya’daki atalarıma dönmüştü resmen gözlerim. Çekik çekik. Yatakta bir o yana bir bu tarafa dönerken uyuyamamak ve yorganın kalınlığı onu daraltmıştı, terlemeye başladı.

Normalde artık sabah insanıydı. Erkenden kalkar, işe gider, gelir, erkenden de yatardı. Bir “erkenden” meraklılarından birine dönmüştü. Eskiden geç yatar ama erken kalkardı.

Yatağından sessizce kalktı, karısını uyandırmamak için parmak uçlarında yürüyerek salona ulaştı, oradan da balkona çıktı. İskeleti demirden, oturma ve sırt yeri de minderden olan sandalyesine sakince oturdu. Ne kadar yavaşça otursa da biraz gıcırtı çıkmıştı. Daralmıştı. Neden güzelce uyuyamamıştı, anlayamadı. Neyse, çok da zararı yoktu, ne de olsa yarın cuma, son iş günüydü. Bunun mutluluğu ve rahatlığı da vardı biraz. Yine de içini sıkan bir şeyler vardı.

Yeni yeni gözlemlediğini fark ettiği şeyler vardı kafasında. Dağılmak bilmiyordu. Hava kapalıydı, ay da gözükmüyordu, öylece bu gün olanları düşünmeye başladı

Ocağın on ikisinde sabahın erkenden de öte sularında uyanmıştı. Yaklaşık beş civarı... Eskiden çok sevdiği ama artık zorunluluk gelen şarkısı olan her zamanki alarmıyla kalktı. Alarmı kapatıp hiçbir şey düşünmeden tuvalete gitti, gecelik pijama takımının alt kısmının ipini çözdü ve hızlıca indirdi. Akşam çok su içmişti, klozete bile oturmadan hemen işemeye başladı. Baya bir sürdü, bağırsaklarındaki suyun hızlıca boşaldığını hissediyordu. Bitince titremeyle karışık bir rahatlama geldi. Silkindi ve pijamasının alt kısmını tamamen çıkardı. Önce bir bacağını geriye çekti, tek ayağı üzerinde durmak zordu. Sonra diğerini. Ellerini yıkadı ve pijamasının üst kısmını da çıkarttı. Hava soğuktu ama yine de bu durum fark etmeksizin otomatik bir şekilde yüzünü yıkadı, kupkuru ağzının içini çalkaladı. Buz gibi çeşme suyu biraz daha ayıltmıştı onu. Çabucak hastalanmamak için iş kıyafetlerini giydi. Mutfakta bir bardak kahve yapmaya başladı ve eskisi varken yenisi çıktı diye aldığı telefonuyla çok da umurunda olmadığı haberlere göz gezdirmeye başladı. İçindeki boşluk para harcayarak dolacak sanıyordu belki. Kahve taşmadan kapattı makineyi, hala uyku sersemiydi, kahvesini de alıp salona geçti. Sessizce televizyonu açıp en kısık sesin bir açığında kahvesini içerken öylesine boş gözlerle seyre daldı. Bardağındaki bitene kadar vakit bir şekilde geçsin diye.

Neyse, buralar çok önemli değil, çok erkenden başladım günü anlatmaya... Hızlıca geçiyim. Çocuğuna baktı, karısına güle güle dedi ve iş yerine doğru yola koyuldu. Otobüse bindi ve sanayinin içerisine doğru rotasında otobüsün tekerleri dönmeye başladı.

Otobüs, dükkânının iki durak önündeki durakta durdu. Aslında gayet sıradan olan ama ona ilginç gelen ve içinde bir şeyler canlandıran günü de bu durakta başlamıştı. Otobüs durağının hemen yanında elektrik trafosu vardı, üstünde durduğu betonda çatlaklar oluşmuş kayalarla yalap şaplak kapatılmıştı. Oğuz yine her zamanki gibi cam kenarında dışarıya dalıp gitmişti.                                                       

Evin kredisi seneye bitiyor, hanım akşam ne yemek yapar, acaba patron maaşı geç vermez inşallah, şu televizyonu da alalı nereden baksan bir buçuk yıl oldu, değiştirmek lazım, Ela’nın (Pardon araya giriyorum ama çok sevimli kızı olur.) okul harcını da yatırmak lazım, bu aralar vakti gelmiş olmalı, güzel, trafik yoğun değil, çabucak gideriz işe, çok yorgun hissediyorum, çabucak eve gidip uzanabilsem keşke.

Gibi günlük düşünceler üzerinde dolaşıyordu. Bu dalgınlığının içinde gözü trafonun altındaki kırık betonun üstünde olan taşlara kaydı. Taşların altından bir fare dik dik ona bakıyordu, çok pis bir yaratık. Bu bakışma böyle sürdü gitti, otobüs de sanki inadına yavaş hareket ediyordu. Gereğinden çok daha yavaş.   

Lağım faresiydi, en büyüklerinden ama kuyruğu sanki kendinden de büyüktü. Sonra zaten büyük olan lağım faresi iyiden iyiye büyümeye başladı. Taşın altından çıktı. Oğuz hala bu gördüğü çok normalmiş gibi kıpırdamadan bakıyordu. Kulağına ufak inilti gibi cıyırdamalar geldi. Hiç şüphesiz farenin sesi. CIYIRDAMASIYDI. Fare trafonun (ne garip isim) etrafında dolanmaya başladı. Çember çiziyordu. Fare döndükçe Oğuz'un gözleri bir sağa bir sola kaydı. Sonra durdu. Yavaş yavaş tekrar Oğuz'a döndü. Üst dudağının yanını başıyla birlikte yukarı sallayıp "CIK" dermiş gibi bir mimik yaptı ve küçüle küçüle trafonun (yeter artık) arkasından uzaklaşmaya başladı. Ve birden otobüs şoförünün dürtmesiyle uyandı. En son durağa gelmişti. İşe gidene kadar kalp krizi geçirecekti, neyse ki tam saatinde ucu ucuna yetişti. Koşmaktan ve terden ölüp bitmiş bir şekilde işinin başına kafa boşaltıcı tezgâhına geçmişti.

Saat on iki buçuk suları, molaya girmelerine on dakika vardı, bütün o sanayi havası iliklerine işlemişti ama hala biraz da olsa dalgındı. Sanayi havası farklıdır, yüzde yetmişi azot... Hayır hayır, öyle değil, oraya girince hayatla aranıza perde iniyormuş gibi olur. Zaman hiç geçmez. Açık ama boğucudur. Sanki her gün ilk gün gibi gelir, aynı konular farklı tonda konuşulur ve gülünür. Yoksa vakit geçmez. Kolay bir işin varsa ne güzel, işin yoksa sıkıntıdan patlarsın, işin zorsa da terin yorgunluktan baraj gibi akar durmaz. Çay saatleri çay içip dinleme saatleri değildir orada. Eve gitme saatine bir adım daha yaklaştığının göstergesidir. O on beş dakikalık ara aslında bütün günün motivasyonudur. Geriye dönüp baktığında iki saat görürsün, ileri bakınca da iki saat ama bir iki saat sonra dönünce vay be, dört saat geçmiş dersin ve bu seni ayakta tutar. Cidden çok ilginç bir yerdir, uğramanızı tavsiye ederim.  Uğrayın ve oturup bir çay için. İçin ve onlara bakın. Gizlice bakın, dik dik bakarsanız yanlış anlarlar. Dalgın dalgın baskı makinasından çıktığı için mazotla kaplı olan malzemeyi talaşla eliyordu. Baskı makinası her sac geldiğinde TAK, TAK, TAK, TAK sesleriyle insanın beynini patlatır. Diğer taraftan kaynak cihazının sesi sabahki fareyi hatırlatıyordu. İşçilerden biri de yamulmuş olan demiri çekiciyle düzeltiyordu. Tak, tak, tak. Tüm bu seslerin içinde sabahtan beri duruyordu. Kulak zarıysa her gün bunlara katlanıyor, her saniye patlamak üzere sahibini bırakmamak için dayanıyordu.

Bu seslere dalmış gitmişken yine çok normal olan ama ona şu monoton hayatında anormal gibi gelen bir olay olmuş, en azından ona böyle gelmişti. Tam başı ağrımaya başlamış, artık kulakları patladı patlayacakken tüm sesler kesildi. Aniden. Bir orkestra olup birleşseler bu kadarını yapamazlardı. Sessizliğin huzur verici içinden bozucu bir ses gelmişti. Cırtlak ama tok bir karga sesi... Kendini yırtarcasına bağırıyordu. Sanki bir şeyler anlatıyordu farenin devamı niteliğinde. "Olmuyor, Olamıyor." Bu olay sadece ufak bir zaman aralığında sürdü ama etkisi işte hala devam ediyor. Molada da sırf bunu düşündü. Bir karganın gaklamasını...


 Akşam oldu. İşten çıktılar. Ellili yaşlarında. Göbeği gömleğinden çıkmış, kemerinin üstünden sarkan, saçına ak düşmüş olan yılların yorgunluğu ve emeği suratındaki çizgilerden gözüken patronuna iyi akşamlar deyip otobüs durağına doğru yola koyuldu. Patronu iyi biriydi. Güler yüzlü, neşeli ama iş yerinde hiyerarşiye önem veren, görmüş geçirmiş gerçekçi bir adamdı.

Neyse ki otobüs bekletmeden dakikasında geldi, bindiği üç yüz numaralı eski motorundan trum trum ses gelen bir otobüstü. Kartını basınca, otobüsten indiğinde para yüklemeyi düşündü, üç liralık bakiyesi kalmıştı kartında.    

Şaşırdı. İş çıkış saati olmasına rağmen az da olsa boştu otobüs. Cam kenarında oturan biri diğerki durakta inmek için ayağa kalktı. Tebessümle selam anlamında başını salladı ona doğru ve adamın kalktığı yere oturdu. Evine daha çok olduğundan yüzünü soğuk cama dayadı, bir titreme sardı vücudunu, esnedi ve dışarıyı seyre daldı.

Kırmızı dur, sarı geç, peki yeşil... Trafik de çok acayip ve ders çıkarılacak bir yerdir İkinci kırmızı daha, sarı yandı, battı çıktıya girdiler. Burada bu tarz otobüsler her zaman zorlanır İki otobüsün birleşimi ortasından siyah akordiyon gibi bir şeyle birbirine birleştirilmiş. Sarıda çok bekledi, kornalardan anlaşılıyor, sağa selektör yap dön, çok açıktan aldın, az kalsın kaldırıma sürtüyordun. Vitesi bire al, yokuş geldi. Bir kırmızı daha, dikkat, öndeki çok ani durdu, bununla birlikte otobüste yolcular biraz savruldular ama sıkıntı olmaz. Sarı geldi geç, e ama yeşil, devam devam devam et. Hah, dört yol ağzı girişi, şimdi dur.

Birden yanlarında ikinci otobüs durdu. Karşılarındaki ikinci otobüsün numarasına baktı. A noktasından B noktası 253, iki yüz elli üç, 2 yüz 50 üç, iki yüz elli üç. Hiç binmemişti bu otobüse. Zaten ilk defa da görmüştü. Dikkatini çekti ama otobüs değil, numarası ve o otobüste tam solundaki cam tarafında oturan kadın çekmişti dikkatini. Dirseğini camın kirli pervazına dayamış, yanağını da yumruk yaptığı elinin üstüne koymuş, dalgın dalgın dışarıya bakıyordu. Parlak, simsiyah saçlarının dağınıklığı ve bir o kadar da kara olan gözlerinin bayıklığından anlaşılıyor; o da işten çıkmış, evine doğru gidiyordu. Gayet sade, hatta biraz işten kirlenmiş güzel bir suratı vardı. Üstünde siyah bir tişört ve onun üstüne koyu mavi bir hırka giymiş, yorgun ama yine de sevecen bir şekilde bakıyordu etrafına. Kendine güveni çok yüksek, otuzlu yaşlarında normal bir kadına benziyordu ama Oğuz nedeni bilinmez, bakmaya doyamamıştı. (Herhalde sanayide çalışmıyordur. Çok ilginç biri gibi duruyor, acaba nereye gidiyor, trafikte yeşil ışık hakkında ne düşünüyor, nereli, ismi ne?) Aslında işten çıkmış, yorgun argın evine doğru giden bir şahıstı sadece. Otobüs hareket etti, bununla beraber Oğuzun zihni de harekete geçti. (Hayır, dur, niye gidiyor, bekle bir saniye. Kırmızı biraz daha yanamaz mı? Yeşil ışık niye var? Sarı ışıkta hazırlansana. O kız kimdi? Yarın nerede olacak? İki yüz elli üç hangi hatta çalışıyor, acaba hangi durakta inecek iki yüz elli üç?)

Sonra otobüsler denkleşti; tekerleklerin arasında iki yüz elli üç, üç santim öndeydi. Camlar eşitlendi, Oğuz tam rahatlayacakken kadın da Oğuz'a baktı. Gözleri birleşti. Üç yüz numara Oğuz'un bindiği otobüs iki yüz elli üçü geçti, arkada bıraktı ve gitti. Karanlık, boğuk gözlü kadının otobüsü arkada kaldı; her saniye içinden bir şey koptu. Konser sırasında gitaristin tellerinin tek tek kopması gibiydi, çok belirgin ama yine de ayak uydurulmaya çalışılan bir sorun. Sıkıntı. Otobüsler ilerledikçe kara göründü diye bağıran tek gözlü korsanlar susmuştu.

Şimdi de burada balkonda oturuyor, evli bir çocuk babası. Ne fatura ne de yeni alınacak eşyalar var zihninde; sadece ve sadece trafonun altındaki fare, sanayideki karga ve üç yüz numaralı otobüsteyken iki yüz elli üç numaralı otobüste gördüğü kadın vardı. Bir daha onu göremeyecekti. Görmüş müydü, yoksa rüya mıydı, onu bile tam olarak bilemiyordu artık. Unutmaya başlamıştı yavaş yavaş. İlerleyen saatlerde sadece beyaz silik silüeti kaldı, daha sonralarında da bir hatıra var olduğundan emin olduğu olmak istediği bir hatıraya dönüştü.

İşi erken olduğundan yatması gerekiyordu. Yavaşça balkon kapısını açtı ve yine gelirken olduğu gibi parmak uçlarında içeri girdi, balkon kapısını kapatıp mutfağa gidip bir bardak su içtikten sonra yatak odasına gitti. Karısı hala huzurlu huzurlu uyuyordu, rüya görüyor muydu, orası bilinmez. Yorganı açtı, milim milim yatağına girdi, karısını çok önemsiyor, çokça seviyordu. Uyanması bile onda bir suç işlemiş psikolojisi uyandırırdı. Ayağını uzattı, kafasını yastığa koydu ve yorganı üzerine çekti. Tam gözünü kapatmıştı ki kapatır kapatmaz nefret dolu yine aynı tonda tiksindirici ritmiyle alarmı çaldı. İçinde nefret gibi bir şey vardı alarmına karşı. Bilinçaltına işlemişti. Değiştirmeye karar verdi ve alarmı çarparmışçasına kapatıp yataktan kalktı. Otobüs durağına gitti. Bindikten sonra trafonun olduğu durağı kaçırmamak için kafasını toparlamaya çalıştı. Durağa geldiklerinde kafası gayet yerindeydi ama durağın yanında ne trafo vardı haliyle ne de altındaki kırık taşlar. Sağına soluna baktı, belki yanlış durakta yanlış şeyi arıyordu ama hayır, doğruydu. Arkasındaki parktan biliyordu bu durak olduğunu. "Neyse, yerini değiştirmişlerdir, şu iki gündür ne değişmiyor ki..." deyip boş verdi ama içini kemiren gıcık bir his vardı. Bu yadırganamaz bir gerçek olmasına karşın bakarsak çok da şey değişmemişti.   

İşine, erken uyanmasına rağmen her zamankinden geç gitti. Beş dakika sonra. Ne kadar büyük bir süreç aslında. ÜÇ YÜZ saniye. İşe girince çok da geç kaldığını düşünmeye fırsat bulamayıp hızlıca patronuna gözükmemek için tezgâhın başına geçti.

İşi bittiğinde doğruca her zamanki gibi üz yüz numaralı otobüse binmek için aynı durağa gitmedi, onun yerine karşısındaki otobüslerin ona göre gelmek yerine gittiği durağa gitti, yani o bölgedeki otobüslerin tümünün durduğu daha önceden yanlışlıkla gittiği son durağa gitti.

Garip görünmemek için belli etmeden duraklar arasında gitti geldi fakat bir türlü iki yüz elli üç numaralı otobüsü bulamıyordu, iki yüz elli üç. Beşinci volta artışından sonra sinir oldu ve aramayı bırakıp kendi otobüs durağına geldi. Neyse ki otobüsü kaçırmadı ama çok bekledi, yirmi dakika kadar bekledi sonunda otobüsünün zamanı geldi geçti ve otobüste durağına yanaştı. Bu kadar beklemişti, demek ki kaçırmıştı bir öncekini. Binerken saçma sapan bir hisse kapıldı, bunlar sanki ona gelen anlamı gizli bir iletiydi, seçilmiş olmalıydı. En son Simyacı kitabını okuduktan sonra bu heyecanla korku karışımı hissi yaşamıştı lise sondayken. Bir de sarı saçlı kadının olduğu tablosu vardı. Tüm bunlar tesadüf olamaz gibi geliyordu. Çocukça. Dün gördüğünden emin olduğu trafonun bu gün olmaması, dakikalarca camına takıldığı otobüsün daha durağının bile olmaması onun garibine gitmiş; hatta sinirine dokunmuştu. Buna da saçma olduğu için inanıyordu, inanmak istiyordu uzun zaman sonra.

Binerken cesaretini topladı ve şoföre "İki yüz elli üç numaralı otobüs nerede acaba, biliyor musunuz?" diye sordu. Adam bütün gününün sabahından beri indirip bindirdiği insanların daraltmasıyla Oğuz'a patladı. "Ya kardeşim dalga mı geçiyorsun ne İKİ YÜZ ELLİ ÜÇÜ, bırak burayı, şehirdeki hiçbir otobüs iki yüz elli üç numaralı değil tövbe estağfurullah yaa, Allah sizi seçip de mi gönderiyor bana!" Ve daha anlaşılamayan Oğuz'un dua olabileceğini düşündüğü bir sürü değişik Arapça kelime sıraladı. Oğuz'sa başını sallamakla yetindi. Dünkü saçmalıklardan sonra insanlarla pek konuşmuyor, konuşmak istemiyordu.

Otobüs her zamanki hattında ilerledi ama o günden sonra bir daha ne o kadını ne de iki yüz elli üç numaralı otobüsü gördü. Sanki yıllardır kapanmış olup da açılmayı bekleyen tinsel bir kapı yavaş yavaş açılmış ama en sonunda kendi kendine anahtarı olmayan bir kilit vurmuştu.

Hiç açılmamak için kapanmıştı.