Bu fotoğraflar, hayatta en istikrarlı olduğum, en devamlılık sağladığım şeyin fotoğrafı. Günlüklerimin... Askerlik görevimi ifa ettiğim altı aylık süreç dışında her gün yazdığım günlükler. O altı ayda da önemli bulduğum olayları Osmanlıca olarak not defterime karalardım. Yanımdan geçen arkadaşlar da Arap harfleriyle bir şeyler karaladığımı görünce dua yazdığımı düşünüp ya “Allah kabul etsin” derler ya da usulca "Amiiiin"deyip geçerlerdi.

Yazarken kimi muhatap aldığımı hiç düşünmedim. Yani yalnız kendim için mi yazdım yoksa bir okur kitlesine mi hitap ettim gerçekten bilmiyorum. Yazdıklarımı genellikle duygularımın en zirvede olduğu anlarda yazıyorum. Bu çok yanlış tabi. Bir sayfada çok sevdiğimi söylediğim biri başka bir sayfada nefret ettiğim kişi olarak çıkıyor karşıma. Bir arkadaşım hiçbir duygunun hiçbir hissin bu kadar yoğun yaşanmaması gerektiğini söylemişti. Genelde böyle afili cümleler kuran arkadaşlar edinmeye özen gösteririm. İnsan her zaman yazacak bir şey de bulamıyor. Kimi zaman yalnızca evde pinekliyor. Bu tarz durumlarda babaanenizin izlediği Hint dizilerinden bahsetmek veya gizli gizli annenizle izlediğiniz sabah kuşağı programlarından bahsetmek iyi bir alternatif olabilir.

İnsan geçmişte yazdıklarını okurken yüzleşmek istemediği şeylerle karşı karşıya kalıyor. Mesela lise yıllarımda kafayı Hint filmleriyle bozmuş bir benle yüzleşmek tuhaf geliyor. (Bu arada Hint filmleriyle Hint dizileri arasında bariz bir kalite farkı olduğunu belirtmek istiyorum.) Ya da pandemi döneminde Hristiyanlıktaki yedi büyük günahtan oburluğu temsil edecek kadar yemek yediğimi görmek kötü hissettiriyor. Bazen unuttuğum birine rastlıyorum okurken. İçimden "Aa sen de mi buradaydın?"diyorum. Bu bazen "Bir de böyle bir insan evladı vardı." şekline de dönüşebiliyor.

Bir günlük yazarının belli başlı görev ve sorumlulukları vardır. Mesela bir arkadaşım kendisi hakkında yazdıklarımdan dolayı savcılığa suç duyurusunda bulunacağını söylemişti. Bu gibi durumlarda bir günlük yazarı asla geri adım atmamalı, yazdıklarının arkasında durmalı ve böyle arkadaşlarına papuç bırakmamalıdır. Yalnız dokuz yıllık tecrübemle bir nasihatte bulunmak istiyorum. Ey günlük yazarı! Birinci vazifen ajandalarını, günlüklerini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli bu olmasa da dikkate almakta fayda var.

Ne var peki bu sayfaların arasında? Kısaca özetleyeyim. Önem verdiğim ve vermediğim birtakım insan isimleri, kitap isimleri, film isimleri, şarkı isimleri, çok anlıyormuşum gibi sanata dair düşünce ve fikirlerim, birtakım yaşanmışlıklar... Bunlar dışında bir yığın edat, bağlaç, sıfat, zarf, zamir, tamlama, cümle ve paragraf... Bu kadarla yetse iyi. Rezalet resim ve karikatürler, geçmişteki ve gelecekteki kendime mektuplar, yemek tarifleri, uyarılar, alışveriş listeleri, film eleştirileri, şiirler, öykü taslakları ve Lozan'ın gizli maddeleri... Aslında bu kadar hafife de almamak gerek bu defterleri. Yaşanacak tartışmalarda birer kanıt niteliğinde vesikalar bunlar. Günü geldiğinde bir arkadaşıma "Sen bunu savundun" dediğimde "Savunmadım, çıkart göster" derse birkaç dakika içinde tüm kayıtları bir bir ortaya dökeceğim. Şaka bir yana çok şey saklı bu sayfaların arasında. Hayatımdaki tüm dönüm noktaları, hatalarım, doğrularım, yanlışlarım, pişmanlıklarım, umutlar, hayaller, sevinçler, hüzünler, planlar, plansızlıklar, anın tadı, başarılar ve başarısızlıklar... Kendimi biriktirdiğim bir kumbara bu günlükler. Kumbarayı kırıp içindekileri dağıttığımda da yine ben çıkıyorum. Narsisizmde son nokta. (Buraya kadar okuyup sıkılanlar için ufak bir not. İsterseniz devam etmeyin. Çünkü bu yazı bitmiyor.)

İlginç anılara rastlamak da mümkün. Örneğin lisanstayken sınav sterinden dolayı psikolojimin bozulduğunu düşünen ev arkadaşlarım beni zorla psikoloğa götürmüş, psikoloğun ruh sağlığının benden daha vahim olduğunu görünce benim normal olduğuma kanaat getirmişlerdi. Garip hayallerimle yüzleşiyorum örneğin. Genellikle dış cephesi beyaza boyanmış, büyük bir bahçe içinde yer alan, en az iki katlı ve çitlerle birbirinden ayrılmış evlerin olduğu bir Amerikan mahallesinde bisikletle gazete dağıtan çocuk olmak istiyormuşum mesela. Verandanın altında bahçeyi sulayan kadına seslenip "Hey bayan Margaret umarım her zamanki elmalı turtalarınızdan yapmışsınızdır" demek istiyormuşum. (Dış güçlerin sübliminal mesajlarla zihnime kazdığı Amerikan oyunlarından yalnızca biri.) 

Aslında yazdıklarımı kimseye okutmuyorum ama bazen arkadaşlarıma onlar hakkında yazdıklarımı ya da birlikte yaşadığımız egzantrik ve absürt olayların fotoğrafını çekip atıyorum. Bunun kritiğini yapmak, bunun üzerinden bir mizah yaratmak çok keyifli oluyor.

Bu günlükleri kendi ruh halimin nasıl olduğunu öğrenmek için de kullanıyorum. İnsan her gün "Nasılsın?" diye soran biriyle karşılaşamayabiliyor. Böyle günlerde kendi kendime soruyorum. 'Evet Samet, nasılsın?" Cevap da genellikle kısa ve öz oluyor. "Petersburg'un karanlık sokaklarında varoluşsal sancılar çeken nihilist bir Rus romanı karakteri gibiyim." Sayfaları karıştırdıkça kırılan önyargılarımı görüyorum, yıkılan tabularımı, hatalı eylemlerimi... Öyle bir "keşke" geliyor ki gitmek bilmiyor.

Farklı üsluplar denedim yazarken, postmodern teknik ve yöntemler kullandım, metaforlar, semboller, devrik cümleler... Nakış gibi söz sanatları işledim. Ege ve Karadeniz ağzıyla yazmayı denedim. Çok antipatik oldu ama silmedim. Kiril alfabesiyle yazmaya da çalıştım. Hatta bir ara kendi alfabemi oluşturup yazdığım, sonrasında bu alfabeyi unuttuğum bile oldu. Orasını da artık gelecekteki filologlar düşünsün. 

Günlük yazmanın en olumlu yanı eleştirilmeden ve yargılanmadan saçmalayabilmek... Saçmalamak büyük bir lüks. Belli bir konfor alanı gerektiriyor bir kere. Hür ve özgürce saçmalanacak en makul yer bir defterin boş sayfaları zannımca. Tecrübeyle sabit. 

Günlük tutan bir arkadaşınız varsa ona anlattıklarınıza dikkat etmeniz gerek. Ama bana güvenebilirsiniz. Kişisel verilerin korunması kanunu gereği tüm takıntılarınız, travmalarınız, tikleriniz, anısı olan şarkılarınız, nefret ettiğiniz akrabalarınız, kırdığınız potlar, cenazesi olan adamın bile denk geldiğinde gülme krizine girdiği utanç verici anılarınız benim korumam altındadır. Ta ki Gülseren Budayıcıoğlu senaryolaştırmak için uygun bir fiyat biçene kadar.

Normalde sözü bu kadar uzatmam ama dokuz yıla dair birkaç kelam etmek istedim. Günümüzde pek çok evlilik, arkadaşlık, iş bu kadar sürmüyor. Son olarak bu yolda bana eşlik eden oradan buradan çarptığım ajandalarıma, sağ üst köşeye tarih attığım mavi tükenmez kalemime, sayfaları doldurduğum 0.7 uçlu kalemime ve ne yazık ki sadece yazım yanlışlarımı silebildiğim lacivert silgime çok teşekkür ederim.