Günlüğün son sayfasını okuduktan sonra Bilge’yi daha da iyi anlıyordum. Her bir satırında onun korkularıyla ben de korkuyorum. Aslında anlamasam bile Bilge’yi hissediyordum; her gülüşündeki o acı tat, benim de içimde derin izler bırakıyordu. Bu zamana kadar Bilge’ye tek bir satır bile yazmayışıma hayret ediyordum, tek bir satır bile mi yazmak aklıma gelmemişti?
Bu durum beni derin düşüncelere daldırsa da hayatında hiç kimseyi kaybetmemiş bir âdem evladı olarak Bilge’nin bir gün öleceğini ve ellerimden kayıp gideceğini düşleyemediğimden sanırım, böyle uğraşlara hiç girmemiştim.
Ölüme inanmak bana eskiden güldürücü geliyordu çünkü ölüm diye bir gücün varlığına inanmıyordum. Bilge bunun farkındaydı, o hep ölümle kol kol yaşıyordu. Gelecek hayalleri bile duru ve sadeydi. Benim "Bilge, çok para kazanmam lazım." gibi laflarıma güler, ciddiyetle itiraz ederdi.
Ellerini kaldırarak "Ben sadece sakin bir gelecek istiyorum; gitmek, kurtulmak istiyorum", derdi. "Neden kurtulmak istiyorsun?" dediğimde ise sessizliğe gömülür, o gün neredeyse hiç konuşmazdık.
"Senin hırsların dünyayı sarıyor ve bir gün bu hırslarına kavuşacaksın." derdi. Ben o zaman, Bilge beylik bir laf kurmuş gibi kendi kendime kasılır, bu hırsı damarlarımda hissederdim ama Bilge, bütün bu çelişik düşüncelerimize karşın, bulutlu bir günde aniden çıkan güneş gibi sözlerini çok ince seçer, kırmamak için türlü kelime oyunları yapardı. "Bak", derdi "bir gün dünyadan gideceğiz. Ölüm aslında insanların savunduğu gibi kötü değil, güzel yanları da var." "Nedir", derdim; "Ölümsüzlük", derdi. Gülerdim. Tek başına ölümsüzlük... Sonra sinirlenir, "Bekleyeceğim", derdi.
Soğuk bir kış günü, Bilge elinde çorbayla bilmem kaç kilometre yol yürümüş; tarih tam olarak bilinmese de araba icat edilmemişti veya arabaya binecek para bile icat edilmeden önce Bilge, üşüyerek çorbayı getirmiş, sirkeli suyu sıcaktan kırmızı olan alnıma koymuştu. Mont icat edilmemiş miydi? Bilge, neden hırkayla gelmişti? Ben bunları o zamanlar düşünemiyordum. "Bilge", demiştim "o kadar yola değer miydi?" Ben hazırlardım ama Bilge’den gelen şefkat her zaman içimi ısıtırdı. Bilge üşüyen ellerini çaktırmadan kaloriferin yanında tutarak fedakârlık diye bir şeyden bahsetmişti. Bazı şeyler fedakarlık isterdi ve Bilge, her şeyi feda edebilirdi.
"Üşüdün mü?" demiştim, Bilge yalan söylemezdi. "Evet", demişti "Çok üşüdüm ama bunun bir önemi yok."
"Ama Bilge", demiştim, "savaş giderek kapımıza dayanıyor, sen sakın dışarı çıkma bu soğukta. Ben iki güne düzelir, savaşa katılırım."
Bilge, fedakârlık denen şeyi tekrarladı ama bu sefer anlamıştım çünkü Bilge için, bütün savaşlara girmeye hazırdım.