Günlerdir sırtımın bir parçası haline gelen çantamı usulca kenara koyunca o boşluğa tüm tedbirsizliğimle yakalanıverdim. Oysa onun bir yoldaşa dönüştüğünün farkında bile değildim. Bu yolculuğa çıkarken yalnızlığı kasıtlı seçmiştim. Ama yalnızlığımla başa çıkarken bir çanta ile bağ kurabileceğimden de habersizdim. Dur, dedim iki gözüm. Güvende hissetme duygusu bize ilkelliğimizden miras değil mi? İnsanlığın ilk öğrendiklerinden. Ve şimdi milyon yaşında olan insanlığın bir parçasına (yani bana) kendini iyi hissettiren, onu saran bir telkin gibi değil mi? Her şeyin yoluna gireceğini söyleyen bir ses gibi. Bunu hemen not etmek istedim. Not defterime ipuçları bırakıyordum. Birinin eline geçip okuduğunda saçma bulacağı, sadece benim belleğime ait notlar. "İlkellik, miras, telkin" karalayıverdim. O sırada;

-Ne alırdınız hanımefendi?

Düşüncelerimden diktiğim elbisem kayıverdi üstümden... Saklanıvereceğim bir gölge yoktu, çıplaktım.

-ııııı

(Düşünmeye çalıştıkça ııııı lar uzadı.)

-Üşüdüyseniz sıcak çorbamız var.

(Samimiyetine teslim oldum.)

-Olur.

Başka bir şey çıkmadı ağzımdan. Günlerdir kendi kendime konuşmaya alışmıştım.

Dağınıklığıma rağmen lokantanın içine çevirdim ilgimi. Köşede büzüşmüş köpek yavrusuna baktım. Başı patisinin üzerinde, çalı süpürgesinden halliceydi. Belli ki dışarılarda yağmura yakalanmış, çamuru üzerinde kurumuştu. Kışın soğuğundan sığınmış olmalıydı. Bir lokantada olduğuna göre birçoğumuzdan şanslıydı.

Masalarda tek tük insan kırıntısı vardı. Ya uğrayanı çok değildi ya da ortamın hareketsizliğinden öyle görünüyordu. Neyse, turuncu örtüler içeriyi sıcak göstermişti. Pencerelerin bakımsızlığını, hatta yemeklerin vasatlığını bile kapatıyordu.

O sırada çorbamdan tatmıştım. Gerçekliğe alışmaya başlamama yardımcı oldu. Boğazımdan akan o ılık his ayaklarıma kadar yayılmaya başladı. İstemsizce gülümsedim. Garsonun meraklı bakışlarına karşılık vermiş bulundum. Isındığımı anladı. Yaklaştı.

-Beğendiniz mi efendim?

-Günlerdir böyle ısınmamıştım, teşekkür ederim.

-Yolculuk nereye?

-Çocukluğuma

-Efendim, anlamadım?

-Boşverin, uzun hikâye...

Kestirip, bakışlarımı devirdim. Üzerine bir şey söyleyemedi. Ben de düşünme alanıma geri döndüm. Gidiyorum da ne bulacaktım? Sazlıkların önüne sıralanmış okaliptüs ağaçları beni bekliyor muydu? Yapraklarının sesini duyunca yaptığım besteleri hatırlayacak mıydım? Pala dayının semaverinin fokurtusunu, evlerinin duvarındaki mavi yeşil kuyruklu şahmaran işlemesini, Hazal yengenin tezekleri bizim duvarda kurutmasını, sivrisinekleri kaçırmak için geceleri o tezeklerin yakılmasını, otlamaktan dönen inek sürüsünün çan seslerini, ellerimizi boyadığımız vişne ağacını, içinde yüzdüğümüz su arığını ve yarım yamalak cümleler öğrendiğim Kürt arkadaşlarımı... Henüz evimizin etrafında dolanıyordum. Eve yaklaşmaya cesaretim yoktu.

Kazağımla camın buğusunu sildim. Soğuk günleri düşünmek istesem de hep güneşli günler geldi aklıma. Güneş bizim orada başroldeydi. Cüzdanımı yokladım. Kardeşimle olan fotoğrafımızı çıkardım. Benim üstümde siyah önlük. Okula ilk başladığım zamanlar. Kardeşim jön saçlarını yana taramış, dört yaşında. Yüzünde muzip gülümsemesi. Haki yeşil ceketi var üzerinde. Güneşten gözlerimiz kısılı. Ama kocaman gülmüşüz, çocuk dolusu... Tüm zaafımla elini tutmuşum. Tadımlık bir sevinçle yerine koydum fotoğrafı. Çayımı yudumladım.

Yola çıkalı 4 gün olmuştu. Motorumla coğrafyayı soluya soluya gidiyordum. Hac gibi metaforik bir anlam da taşıyordu bu yolculuk. Zorluklarına katlanacak, yaşamım üzerine bolca düşünecek, anlam arayışımı çocukluğuma ulaşarak tamamlayacaktım.