Eleştirmek için ''eleştiri kabiliyetine'' sahip olduğumu düşünmesem de kitap hakkındaki düşüncelerimi dökeceğim bu beyaz sayfaya...

Lisede tanışıp henüz okumaya fırsat bulduğum bir yazar olan Hakan Günday, benim gelişimimde hayli yer kaplıyor. Tam olarak onun sayesinde olmasa da farklı dünya görüşlerini kavradım. İşte bu kitap da o dünya görüşlerinden birini kavramamı sağladı: ''Bir kaldırımda ne kadar oturursak birisi gelip bizi kaldırır?'' Bu sözler Hakan Günday'ın kendisine ait.  

  Hiç kimsenin birbirini tam olarak tanıyamadığı bir yüzyılda birbirini iyi tanıyan dört arkadaştan bahsediliyor. Bunlar Barbaros, Afgan, Hakan ve Cenk. Kitabın henüz başında Caddebostan'daki Migros'u geziyoruz ve hatta bir kaç alkol ve çikolata alıyoruz. Sonra? Sonrası eve dönüş. Kitabı anlatmaktansa sadece burayı anlatmak istedim çünkü aslında bütün kitap buna dayalı. Yani alışverişe. Piçler paralarını verip alkol ve çikolata satın alıyorlar, piçler eşyalarını satıp para alıyorlar ve piçler hayatlarını verip bütün ağırlıklarından kurtuluyorlar.

  Sonra da şunu anlıyoruz, bir hayat satıldıkça prangalarından kurtulur. Ne kadar eşyasız kalırsan o kadar özgür olursun, belki minimalizm akımı bu kitaba çok uyuyordur. Tam olarak insanların alışveriş çılgınlığından kurtulduğu bir ütopyanın dört temsilcisi gibiler. Sadece sadakat var hayatlarında ve şu cümlelerle de özetleniyor zaten: "Her zaman yanındayım" diyen bir piç gerçekte şunu hissediyordur: "Mezarına kadar gelir ve seninle gömülürüm."

Bu, sadakatin en güzel örneklerinden biri olmalı herhalde. Şu an insanların ulaşamadığı bir sadakat olmalı.

  Diyeceğim o ki, aslında birini dinlerken dinlemiyoruz, birine güvenirken asla ama asla güvenmiyoruz ve birine söz verirken iki tarafın da buna inanmadığını biliyoruz. Piçler ise bunların tam tersini yapıyor ve hatta Antik Yunan'dan fırlamış gibi kurulan cümlelerle hayata dair felsefe yapıyorlar. İşte bu da Hakan Günday romanlarının klasik özelliklerinden biri bence, her kitabında en az elli adet aforizma bulabiliyoruz.

  Diyebilirim ki, Piç'ler asla piçliklerinden vazgeçmiyor çünkü biliyorlar ki eğer birisi piçse ne kendini kurtarabilir ne de birisi onu kurtarabilir. Ama eğer içinde yatmıyorsa bu duygu, zaten kendini olduğu yere ait hissetmez ve döner nerede barınacaksa oraya. Onlar Hakan Günday'ın deyimiyle oto-otopsilerini yazanlardır, yani kendi ölüm nedenlerini bir kitap olarak bastıranlardır. Dolasıyla, üstlerine atılacak toprağın vücutlarına yaptığı baskının hiçbir önemi yoktur.

  Piçler yollarında ilerlerken müzik dinlemeyi sever ve kendilerine has müzik zevki vardır. Hatta ses sistemleri bile vardır. Kimi zaman David Bowie kimi zaman da İbrahim Tatlıses çalar o hoparlörler. Ama herhalde herkes kendi yolunu çizerken bir şarkı vardır beyninde, işte o şarkıların her bir notası ve onların birleştirip oluşturduğu her melodi, her bir oktavında hareket eder vücudumuzda, kanımızda ve damarlarımızda. Benim hayatı yaşarken, kendime çizdiğim yolun her adımında çalan şarkı ise şudur: Frank Sinatra - My Way