Birinci Bölüm


Nedir bu vicdan?

Vicdan denilen soyut ve pozitif düşünceler bütünü; her insanda bulunma potansiyeli olan fakat kullanılmadığında da aşina olunmayan veya eğreti duran, üzerine en çok konuşulabilecek konulardan bir tanesi. Etiğin ne olduğunu tartışırken de vicdan ön plandadır, aynı görünseler de farklı olan ahlak meselesinin de özütü yine vicdandır. Fakat vicdanın bu kadar çok tartışılabilmesinin nedeni, bir çok başka amacın, vicdan ile örtülebilmesidir. Ne yani, siz hiç vicdanınızı rahatlatmak için kalbiniz duymadan kendinize yalanlar söylemediniz mi? İşte bu iş aslında o kadar ustalıkla gerçekleşiyor ki insanın kendisi bile farkında olmayabiliyor.  Kaliteli bir yalan söylemek isteyen önce yalanına kendi inanmalıdır neticede. “Çok merhametli” olan söz konusu canlımız kendine öyle sebepler, öyle olası sonuçlar yaratır ki kendi bile bilemez neler yaptığını. Muhakeme gereklidir gerçekten iyi olmak için. Nitekim beynin kendini aklama mekanizması, vicdan olarak kabul edilemez. Bilime daha yatkın anlatmak gerekirse anatomik olarak beyin vücudun acı çekmesini istemez. Hatta o kadar istemez ki kendine yakıt olarak kullandığı yağların erimemesi için insana üşengeçliği de beyin verir. Uykusuz kalan, sürekli düşünen ve dolayısıyla besinlerini bile almakta zorlanan bir bedeni beyin neden istesin? Her şeyin en iyisine o beden layıktır. Şimdiki kişisel gelişim zırvalarının bu kadar çok tutulmasının temel kaynağı da budur ya. İnsan değerli olmasa da kendini değerli hissetme eğilimindedir. Sahte serotonin bağımlılığı, zannediyorum ki içki ve sigaradan daha çok zarar verir insanoğluna. İnsanın kendini sahte şeylerle mutlu etme çabasının miktarı, gerçek hayatta ne kadar az vicdanlı olduğuyla doğru orantılı olabilir mi? Vicdanlı ve iyi bir insan, kendini iyi olduğuna inandırmak zorunda kalır mı? 


Bir başımıza kaldığımızda kalabalığın içinde olduğumuz kadar vicdanlı mı oluruz? Yoksa Montesquieu’nun “Ayrı ayrı ahlaksız olan insanlar bir araya geldiklerinde çok namuslu insanlar olurlar.” tezinin vicdan versiyonu bizim için de geçerli mi? Yalnız kaldıklarında, kimsenin bilmediği meselelerde vicdanın esamesini okumayıp kalabalıkta vicdan timsali olan insanların sayısı az mıdır? Bu cümleleri dinlerken bile beyniniz muhtemelen yine kendisini hiç işin içine katmıyor değil mi? İşte bu vücudun, yani hayvansal tarafımızın bize bir oyunu. Ve yine burada konuşan hayvan ve insan arasında büyük bir çizgi meydana geliyor… Hayvanlar uyandıkları andan itibaren günü kurtarmaya yönelik çalışırlar, yarını düşünmezler. Kendilerini tehlikeden olabildiğince uzak tutarlar. İnsanın hayvan tarafı da fiziksel olmasa da psikolojik anlamda kendini böyle, “tehlike”lerden korumak için vicdan muhakemesinden kaçınır. Bir kişisel gelişim kitabının yağ ve su hali olan beyin de kendini değerli görecek ve bu nedenden özür dileme eğilimine dahi girmeyecektir. Kendini üstte tutmak için yalanlar söylemekten çekinmeyecektir. Kendi başına vicdansız olduğu bir durumdan bir yakını haberdar olduğunda ise olayları çarpıtacak ve o dakikadan sonra öyle olduğuna kendisi de inanacaktır. Dünyada işler böyle yürümez mi zaten? İnsan, inanmak istediğine inanır, gerçek olana değil. Bu nedenle gerçek olanı göz ardı eden insanlar mutsuzluktan yakınırlar. Unutmayın ki realist olmak kısa vadede acı, uzun vadede ise çok tatlı bir meyvedir. Realist olmak acımasız olmak demek değildir, gerçekleri kabul etmek demektir. Nerede doğduğunu, ne iş yaptığını, ruhunun kiminle bütün olacağını kabul etmenin uzun vadede bize mutluluk getireceği beyin tarafından kabul görmese de gerçektir. 


Beyin çok büyük bir gizemdir. Neredeyse her şey onunla açıklanabilir. Fakat beyin üstü seçimler de var olabilir. Beynin işine gelmese de kişi, ulvi gördüğü bir amaç için uykusuz veya aç kalabilir. Beynini yalnızca o işle meşgul edebilir. Ben burada muhtemelen buna mahsus yaptığım bir şeyi yapıyorum, mantıksal düşünceden çıkıyorum ve bu nedenin amacı iyiyse büyük bir saygı duyuyorum. Zira beyin iyi olmak istemez. Kalp dediğimiz yanımızsa bedenin iyiliğini düşünmez. İki tarafa da tamamen meyletmek yerine bir terazi kurmak çok daha akıllıca olacaktır. Bu teraziden sağ çıkan fikirlere benim nezdimde ömür adanabilir. Fakat önce tam anlamıyla muhakemeyi tamamlamak gereklidir ki beyin bu teraziyi de yanıltmasın. 


İkinci Bölüm


İnkar nereye kadar?

Kötü insanlara bu konu başlığında herhangi bir sözümüz yok, onlar başka başlıkların konusu. Biz bu konu başlığında kendini iyi zanneden insanlar hakkında konuşuyoruz. Zira genel amacımız da herkesin şiddetle kaçındığı şeyleri gözlerine sokmak.  İnkardan bahsediyorduk. Ya doğruluğuna inandığınız çoğu iyiliğiniz sizin bir kötülükten kaçmanız için oluşturduğunuz bir inkarsa? İyilik sanıldığı kadar tanıma sığan bir şey olmayacağı için burada yalnızca başka insanların hayatlarına pozitif olarak dokunmaktan bahsetmiyorum. Sizden bahsediyorum. Sizin iyiliğinizden. Beyniniz anı kurtarırken siz kendinize geleceğe dönük iyilikler yapmayı göz ardı ediyor olabilir misiniz? 

Bu nedenle yarına karşı endişeli, gelecekten korkar bir vaziyette olduğunuzu ya da ümidinizin ve yaşama umudunuzun kaybolduğunu fark edebilecek misiniz? Hadi her şeyi durdurun ve düşünmek için biraz zaman verin. Kendinize bu kadar kötülük yapmanız reva mı? Yoksa vicdanınızı susturduğunuz şeylerin fırsatını kaçırıp gelecekte mutsuz olmanız da kaderin bir intikam biçimi olabilir mi? Biliriz ki; kader somut çalışmaz. Bu düşünceler karşısında beyniniz size “Hayır, bu zararlı, düşünme.” diyor mu? Diyorsa sevindim. Çünkü hiç düşünmemeniz kötü olurdu. İnkarı bırakmak ve hem kalbimiz, hem de ruhumuz için iyi olanı yapmak bize iyi gelecek, söz veriyorum. Kısa vadede sevinç, uzun vadede huzuru bulacaksınız. Çünkü insanın en çok yaptığı şeydir inkar. Ben bunları yazmadan seneler evvel, kimsenin inkar edemediği bir şey var mıdır diye düşünmeye başlamıştım. Sizce var mıdır? Ben uzun bir süre düşündüm, din, Tanrı, uzay, neyi düşünsem inkar eden birileri olabiliyordu. En son ölüm dedim. Ölüm inkar edilemez. Çünkü herkes eninde sonunda bir şekilde ölmeye mahkum. Çok kısa bir araştırmadan sonra ölümü de inkar edenlerin olduğunu gördüm. Seneler önce inkarın bu denli zararlı olduğunu fark etmesem de inkarın boyutlarının ne kadar ileri gidebildiğini öğrenmiştim. Bu ne zaman biteceği belli olmayan dünyada ölümü bile inkar edenler vardı. Bundan bile kaçıyorlardı. Belki de bunun da temelinde sahiden kaçış vardı. Neticeden kaçış. Vicdanlı olmayan insanların, kendilerini vicdanlı saydıkları bir hayali mekana kaçışı. Hem vicdan hem ölüme değinmişken, yazımı garip bir koleksiyoncu filminden Orçun Sonat’ın eşsiz tiradıyla tamamlayalım:

“Ne yatarsınız canlar, kalkın, kalkın da görün dünyadakilerin halini. Bal tutan parmağını yalar demiş ya birisi, tutup tutup yalıyorlar parmaklarını. Her gün gökten yıldız kayar gibi biri kayıyor da aralarından, ne sizden haberleri var ne de sizin gibi olacaklarından. Bakmayın üzerinize kapanıp da döktükleri gözyaşlarına! Daha mezarlık duvarını çıkmadan kuruyuverir gözlerindeki yaşlar. Ağlarken gülüverirler ölenle ölünmez diyerek. Hiç olmadık yerde çene çalıp saatlerce zaman öldürürler de size 1 Fatiha gönderecek kadar zaman bulamazlar. Bu toprağın üstü varsa altı da vardır derler de bazen, altını hiç düşünmeye yanaşmazlar nedense. Sizler bu duvarın içinde kopmasını beklerken kıyametin, onlar duvarın dışında ölümsüzlüğün sırrının bulunmasını beklerler. 3 günlük seyahatte bile valizlerini tıka basa doldurup hazırlık yaparlar da, bu kaç gün süreceği belli olmayan seyahatleri için hazırlık yapmaya bile gerek görmezler. Bazen ne geçiyor aklımdan biliyor musun doktor, bazen ne derim kendi kendime biliyor musun? Herkesi toplasam diyorum dağda, taşta, yolda, beldede kim varsa herkesi. Ve sorsam diyorum, nereye böyle? Bu telaşla, bu hırsla, bu aceleyle nereye böyle?”