Delirmiş kalabalığın ortasında, kara, derin ve korkulu gözleriyle etrafa bakıyordu.


Ağzından akan köpükler, heybetli gövdesinin, boz postunun ve dipleri kararmış, uzun, sivri, sarı dişlerinin görkemini parlatıyordu.


“Ade be Kocoğlan, göster bakem amamda goca garılar nası bayılır?”


Şopar Hamdi’nin sormasıyla elindeki zincire asılması bir oldu. Kocaoğlan’dan canhıraş bir böğürtü koptu. Kalabalık zevke geldi. Kahkaha atanlar, alkış tutanlar, salyalarını akıta akıta haykıranlar, hepsi Kocaoğlan’dan, daha fazlasını istiyordu.


Kocaoğlan, Şopar Hamdi’nin tuttuğu zincirin diğer ucundaki ıstırabını, dehşet içindeki gözleriyle, acı dolu feryadıyla anlatmaya çalışıyordu ama nafile. Zincirin bağlı olduğu, kemiğini delerek burnuna takılmış o son halkanın mahkumiyeti koca cüssesini kuklaya çevirmişti.


Önce ayak direr gibi oldu. Annesinin ormanda yakalanıp öldürüldüğü, kendisinin burnuna o halkanın takıldığı günden beri benliğini asla terk etmemiş olan o kaçıp kurtulma isteğini duydu kim bilir kaçıncı kez ruhunun derinliklerinde bir yerde. Ama Şopar Hamdi’nin diğer elinde tuttuğu üvendirenin şiddetle kafasına inmesiyle, onu neyin engellediğini bir kez daha hatırladı. Kendini yere bıraktı, sırt üstü, ayakları havada “hamamda kocakarılar nasıl bayılır”, gösterdi salyalı kalabalığa. Yerde yatarken gözleri gökyüzündeydi. Çok uzak bir geçmişten hatırladığı, ormanlarda, dağlarda, tepelerde seyrine daldığı gökyüzünde.


Şopar Hamdi tefe vurdukça kalabalık coşuyor, Kocaoğlan’a taş, çöp, sağda solda ne buluyorlarsa “şaka olsun diye” atıyorlardı. Küfürler ediyorlar, dalga geçiyorlar, kahkahalar içinde, cüssesi, kuvveti, yüreği ve yaratılışı bu zavallıların katbekat üstünde olan bu mahlukun burnundaki halkanın kendilerine sağladığı konfor alanı içinde kifayetsiz muhteris ruhlarını tatmin ediyorlardı.


“Ade bakem Kocoğlan, şimdi at göbecikleri, yeni gelinin gocasına attığı göbecikler gibi!”


Komutu yine zincir şakırtısı izledi. Şopar Hamdi bir yandan zinciri çekmiş, diğer yandan tefin ritmini değiştirmişti. O temaşa ve vaveyla içinde kimse bu ritim değişikliğini fark edecek halde değildi. Kocaoğlan dışında… Bir kez daha acıyla böğürdü, iki ayağının üzerine kalkarak zıplamaya, başladı. Kalabalık kendinden geçmişti. Acılı devin hoplama zıplamalarını “göbek atmak” diye görüyor, giderek artan zevklerini, savunmasız ve çaresiz bir ruhun ıstırabından duydukları hazla, ihtiraslarına katık ediyorlardı.


“Lan oğlum, bunu nasıl öğretiyorlarmış hayvana biliyor musun?” diye sordu Serkan. Sokağın diğer başından gelen tef sesini duyduğumuzda, oynamakta olduğumuz misketleri toparlayıp beraber koşa koşa gelmiştik ayıyı seyretmeye.


“Yok, bilmiyorum. Nasılmış?”


“Hayvanı çok küçükken alıp, kızgın bir sacın üzerine çıkarıyorlarmış. E tabi, hayvan ayağı yandığı için acısından devamlı hoplamak zorunda kalıyormuş. O sırada da tef çalıyorlarmış. Zamanla hayvan tef sesi duydukça ayağının altında sıcak sac olmasa bile var zannedip yanacak korkusuyla zıplıyormuş… Babam anlattıydı.”  


Kocaoğlan’a baktım.


Korkusu gözlerindeydi.


Dehşeti soluğundaydı.


Öfkesi, ağzındaki köpüklerdeydi.


Acısı, ayaklarındaydı.


Şopar Hamdi tefe vurdukça zıplıyordu. O zıpladıkça kalabalık vecde geliyordu. Kalabalık coştukça Kocaoğlan yoruluyordu. Soluk alış verişi sıklaşmıştı, ağzındaki köpükler boynuna, oradan göğsüne akıyordu.


Tükeniyordu.


O tükendikçe Şopar Hamdi üvendireye abanıyor, kafasına, sırtına, neresine gelirse vuruyordu. Kocaoğlan oynamalıydı. Kalabalık eğlenmeliydi. Şopar Hamdi kazanmalıydı.


Ama Kocaoğlan bitikti.


Kalbi, ayaklarının temposunu kaldıramıyordu artık. Gözlerinin akını kana bularcasına pompalıyor ama yine de yetmiyordu. Kara kalabalık, karabasan olmuş, Kocaoğlan’ın göğsüne oturmuştu.


Nefes alamıyordu… Nefes alamıyordu… Nefes alamıyordu…


Ve Kocaoğlan durdu…


Kalabalık durdu…


Şopar Hamdi durdu…


Kocaoğlan’ın gözlerindeki o tuhaf parıltıyı işte tam o an fark ettim.


Soluk soluğa ayaklarına baktı… Yanmıyordu.


Şopar Hamdi’ye baktı… Gözlerindeki korkuyu gördü.


Kalabalığa baktı… baktı… baktı…


Ve kafasını çevik, hızlı ve acı kuvvetli bir hamleyle bir anda geriye doğru çekiverdi!..


Halkanın, burun kemiğini parçalayarak savrulmasını, tüm mahalleyi sarsan haykırışı izledi.


Burnundan oluk oluk akan kan, ağzından akan köpüğe karıştı. Çektiği ıstırap, o zinciri koparana kadar her gün çektiği acının yanında hiçbir şeydi. Yere düşmüş, üzerinde kan ve kemik parçaları olan zincirin son halkasına baktı.


Şopar Hamdi’nin korkudan dolu dolu gözlerine bir daha baktı.


“Te be Kocoğlan, yavrum, çucuum, gel bak severim seni, napars…”


Şopar Hamdi sözünü tamamlayamadan, kafatası Kocaoğlan’ın ağzında paramparça olmuştu bile.