Milli Mücadele Dönemi’nin en buhranlı zamanları; memleketin her köşesi yangın yeri, toprağın her karışı kan ve acı…Anadolu insanı fakr-u zaruret halini iliklerine dek hissetmekte iken harp, yalnız cephede değil, insanımızın ruhunda ve kudretinde de sürmekteydi. 1919 mayısında Sultanahmet Meydanı’ndan genç kalemlerin ve aydınların hep bir ağızdan sesleri yükseldi: Yazmalı! Söylemeli! Tüm dünyaya haykırmalı bu haksız işgali!

O meydanda fitillenen ateşin aleviyle, edebiyata gönül vermiş birçok isim Milli Mücadele saflarında yerini aldı. Bir yandan seslerini cihana haykırırken bir yandan da halka güç ve moral vereceklerdi. Fakat içlerinde öyle bir isim vardı ki daha önce halkla hiç temas etmemiş, hatta halktan bir kimse gördüğünde hastalanacak kadar zayıf yetiştirilmişti.

Yakup Kadri, soylu bir ailenin çocuğu olarak Mısır’da dünyaya gelmişti. Hayli görkemli bir sarayda, dadıların ve özel eğitmenlerin elinde büyümüştü. Halk ile neredeyse hiç muhatap olmamış, yalnızca asilzadelerin oluşturduğu topluluklara girip çıkmış, yokluk nedir hiç bilmemişti.


(…)Sabahları güler yüzlü dadılarımızın bizi türlü şaklabanlıklarla uyandırıp kaldırışları, giydirip kuşatışları ve annemizin elini öpmeye götürdükten sonra elvan elvan reçel tabaklarıyla donanmış kahvaltı tepsisinin başına oturtuşları; geceleri incecik saz örgülerden kuruyemiş sepetleri etrafında birbirinden tuhaf masallarla avutup uyutuşları (...) ne tadına doyulmaz saadetlerdi.” (…)


Fakat Yakup Kadri’nin bu saadeti fazla uzun sürmedi. Babası Karaosmanoğulları'ndan Abdulkadir Bey’in işleri bozulunca, henüz yedi yaşındayken, Manisa’ya göç etmek zorunda kaldılar. Bu göç, ruhsal olarak en çok Yakup Kadri ve annesi İkbal Hanım’ı etkilemişti. Daha önce köy insanıyla içli dışlı olmamış anne-oğul için, bu kimselerle aynı sofrada yemek yemek bile büyük bir ızdıraptı. Bu ‘zor’ şartlar altında İkbal Hanım yine de oğlunun eğitimini aksatmamış, ona dünyaca ünlü yazarların eserlerini okumuş ve saray terbiyesinde bir genç olarak yetişmesini sağlamaya çalışmıştı.

Eğitim hayatına İzmir İdadi Mektebi’nde devam eden Yakup Kadri, meşrutiyetin ilanından kısa süre önce İstanbul’a yerleşti. Kendisi gibi aristokrat insanların İstanbul’da fazlaca bulunduğunu görünce, bu şehre tutkuyla bağlandı ve kendini bir edebiyat camiasının içinde buldu. Kendiyle kişisel benzerlikler gördüğü edebiyatçıların bulunduğu bu topluluk, Fecr-i Ati’ydi.

Yazarlığının ilk yıllarında hiç değinmediği halde, 1912-1913 Balkan Savaşları sırasında Yakup Kadri’nin eserlerinde ‘vatan’ vurgusu baş gösterdi. Türk Edebiyatının Türklere hitap etmediğini, batılılaştığını ve hatta Frenkleştiğini iddia ederek edebiyat dünyasına ağır eleştirilerde bulundu.

1920’de Mustafa Kemal’in ricasıyla, Milli Mücadele’ye yerinde destek vermek için Ankara’ya davet edilen Yakup Kadri, daha önce hiç tanımadığı halk tabakasıyla, yani Anadolu insanıyla, ilk kez Ankara yolculuğu esnasında karşılaştı. Bu karşılaşma, Yakup Kadri’nin yüzüne adeta bir tokat gibi çarpmıştı. Anadolu insanının bu mutsuz, bu perişan hali Yakup Kadri’de önceleri tiksinti uyandırsa da sonraları derin bir üzüntü yarattı. Öyle ki Ankara’da Halide Edip’in evinde şehit çocukları için düzenlenen yardım gecesini, kendi ifadeleriyle şöyle anlatmıştı:


“Kimi melek gibi güzel, kimi şeytan gibi çirkin bu köylü yavrularının hepsi de bakımsız, pis ve pejmürde idi. İçlerinde saçları bir tiftik kümesi gibi karmakarışık olanlar, sümüğü bulanık bir su halinde dudaklarının üstüne doğru sızanlar, çapaklılar, çıbanlılar vardı, bunlar benim elimi öpmek istiyorlardı. Kâh uzatıyordum, kâh yanaklarının temiz kalmış bir noktasından okşamakla yetiniyordum”


Eserlerinde sık sık Anadolu insanını küçümseyen, hatta onları tasvir ederken oldukça ağır sıfatlar kullanan Yakup Kadri, edebiyat çevreleri tarafından fazlaca eleştirildi. Milli Mücadele yıllarında şehir şehir gezerek halka verdiği destek yadsınamaz olduğu halde onun yine de kendini yüksek mertebede gören, halktan uzak bir kimse olduğu düşüncesi yaygındı.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında genç edebiyatçıları ‘kıtlık yüzünden samanla karışık hamur yiyen ve bu yüzden fazla gelişmemiş olan gençler’ diye tanımladığında ise tüm şimşekleri üzerine çekmişti. Peyami Safa kendisine şöyle yanıt verdi: “Büyük harpte yüz binlerce genç saman ekmeği yiyerek sararıp solarken, onlar, *Alp dağlarının ceyyit havası ile on dört kilo almışlarsa, gençliğin bu feragati karşısında, utançlarından ölünceye kadar iki büklüm durmalı idiler.”

Ne var ki Yakup Kadri hayatı boyunca bu ithamları reddetmek zorunda kalmış; hatta Yaban adlı eserinin ikinci baskısında, kendisini köy insanına tepeden bakmakla suçlayanlara cevap niteliğinde bir önsöz hazırlamıştı. Anadolu insanının halinin perişan olduğunu, bu perişanlığın ancak bu şekilde ifade edilebileceğini, bunun sorumlusunun da onları görmezden gelen aydın kişiler olduğunu söylemiş ve kendilerine seslenmişti:


“Anadolu halkının bir ruhu vardı; nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. Onu, hayvanî duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabanî ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin! Ne ektin ki, ne biçeceksin?”


Günümüzden bakınca, Yakup Kadri’nin o zamanlar bu ithamları hak edip etmediğini kestirmek oldukça zor ancak romanlarında yarattığı karakterleri tüm gerçekliğiyle gözler önüne sermekten yana olduğunu söyleyebiliriz. Bu kimi zaman yanlış değerlendirilerek tepki çekse de üslubundan vazgeçmemiş; toplumsal sorunları irdelerken onları hafifletmeyi veya yok saymayı tercih etmemiştir. Belki de bu hırçın üslubun altında yatan asıl sebep, oluk oluk kanayan ve kimsenin görmediği bu ‘halk’ yarasına tüm gücüyle merhem olma isteğidir.

* 1912’de tüberküloza yakalandığını öğrenen Yakup Kadri, tedavi olmak için 1916'daİsviçre'ye gitti. 1918 Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra yurda döndü.


YAZAR: Esin Özen