Önümde uzun ve yıpratıcı bir yol vardı. Sırtım bükülmüş bir vaziyette adımlarımı zar zor atıyorum. Ayaklarım, bacaklarım dermansız. Kafamı kaldırıyorum, sanki güneş sadece beni yakıyor diye düşünüyorum. Lüks bir apartmanı fark ediyorum o sırada. Apartmanın önündeki merdivenlere kendimi bırakıyorum. Bel çantamdan su şişemi çıkarıp birkaç yudum içiyorum. Apartmanın kapısından iki kadın çıkıyor, güzel ve temiz giyimliler. Kafamı eğip üstüme baktım; gömleğimdeki düğmeler kopmuş, cebi yırtık pantolonum ise benden hiç ayrılmayan toz toprakla kaplıydı. Kadınlar beni fark etmedi bile, yanımdan geçip gittiler. Tekrar ayağa kalkıyorum zor da olsa. Yürümeye koyuluyorum, ter damlaları bir bir düşüyor. O sırada bir arabanın hızla üzerime geldiğini fark ettim, zor da olsa kaçmayı başardım. Kaldırımda yatan sokak köpeği de benim kadar korktu. Arabanın arkasından okkalı birkaç küfür savurdum. Eğilip köpeğin başını sevmek istedim fakat benden çekindi ve kaçtı, belli ki itip kakmışlardı. Kafamı bir sağa bir sola sallayıp uzaklaştım. Daha sonra polis sirenlerini duydum; kağıt toplayan çocuklar koşuyor, polis kovalıyordu. Zaten çocuklar üç kuruş kazanıyor, bir de polis engel oluyor diye düşündüm. Diğer sokağa saptım, artık iyice yorulmuştum. Arkamdan yardım isteyen bir kadın bana bağırdı. Döndüğümde kocası başında, saçlarına yapışmış bir şekilde gördüm. Yükü yere bırakıp adamın üzerine yürüdüm. O sırada ailenin diğer fertleri çıkıp geliyor, bana "karışma" deyip itiyorlar. Yükümü sırtıma alıp yürümeye devam ediyorum. Dükkana varıyorum sonunda, dükkan sahibi yüzüme bile bakmadan parayı masanın üzerine koyuyor. 11 lira, 1 saat yük taşımanın bedeliydi. Peki yolda gördüğüm çirkinliklerin bedelini bana kim ödeyecekti? Bu yük bana ömür boyu miras kalacaktı…