Bugünün diğer günlerden tek farkı iki veya üç gün daha yaşlanmış olmasıydı. Normal bir insana göre savaş alanında daha fazla yaşlanıyordu insan. Silahından her kurşun çıktığında sanki kendine dönüyordu bütün namlular. Bu çarpışmanın kahramanı o değildi. Sadece basit bir rütbesiz askerdi. Tarih kitapları Napolyonları, bilmem kaçıncı Luisleri, sondan üçüncü Henryleri anlatmakla meşgul oluyordu çoğu zaman. Çünkü her asker tarih kitaplarına gömülmemek için ölüyordu.

Küçük ama dolu çadırın içinde uyandığında savaşın ortasında olduğundan elbette ki haberi vardı. Her kalktığında dünyanın kaç bucak olduğunu anlaması yarım saatini alıyordu sadece. Her top patlayışında, babasına inat dünyanın yuvarlak olduğuna dair yemin edebilirdi. Hiçbir zaman asker olmamıştı. Üniforması onu koyun gibi diğerlerine bağlıyordu. Yüreğinden bir parça sökülüyordu insan cesetleri gördüğünde. Düşman veya dost ayırt etmeden hepsinin mezarını kendi kazıp gül koymak istiyordu.

''Bu insanlar savaşacak kadar cesur,'' diye düşündü. ''Mezar taşlarına isimlerinin kazılmasını sonuna kadar hak ediyorlar.''

Bugün nöbet sırası onun olmadığı için güzel bir uyku çekmişti. Kalkması epey vaktini aldı. Üstüne idam gömleğine benzettiği üniformasını giydi. Tütün tabakasını formasının cebine özensizce tıkıp hastane olarak kullanılan çadıra doğru yöneldi. Ateşkes zamanlarında kendi ölülerini topluyorlardı. Hepsinin yüzünde dehşet ifadesi vardı. Bu az vakitlerde arkadaşları mektup yazma fırsatı bile bulabiliyorlardı.

Silah tutmayı pek beceremediği için ona ölü taşıma görevi verilmişti. Normalde savaş alanında utanç verici olan bu hareket onun açısından son derece cesurcaydı. Güneş henüz doğuyordu çıplak tepelerin ardından. Uzunca revir çadırına girdiğinde gözlerdeki korkuyu görmesi çok vaktini almamıştı. Doğan ve batan güneş altındaki gözler, gülümseyen bir yüz görme umutlarını çoktan tüketmişlerdi.

''Eline bir defter al ve her ölen askerin resmini sayfalarca çiz. Koskoca bir savaş koleksiyonu.'' diye söylendi.

Onu diğer askerlerden ayıran tek bir özelliği vardı. Babasının ''dünya öküzün boynuzu üstünde'' safsatasına inanması dışında, savaş alanında bir uçurtmaya aşık olmuştu. Bahanesi ise tuhaf falan değil, bizzat çok inandırıcıydı. Birkaç gün önce şehrin ortasında uçurtma uçuran çocuğu vurmuşlardı. Uçurtma çocuğun ayağına dolanıp havada bir süre kaldıktan sonra yere düşmüştü. Koşup yanına gitmişti çocuğun. Son sözlerini söyleyemeyecek kadar masum bir şekilde gözlerini yummuştu. Özgürlük, diye düşündü. Bir çocuğun masum hayalleriyle beraber çakılmıştı yere uçurtma. İçine oturuyordu bu onun. Sömürgecilik adı altında bu masum insanlar ölüyordu. Ağlamak biraz hafifletiyordu acılarını. Gözyaşları insanın kimliğidir, diye fısıldadı. Hayallerinde çocukla beraber uçurtma uçurduklarını görüyordu sahil kenarında.

Her gece bu hayal onun uyumasına yardım ediyordu. Yine her sabah kalkmasının tek sebebi bu hayaldi. En son bir arkadaşına anlatmıştı bu sırrını, dakikalar sonra onun öleceğini bilmeden. Sır anlattığıyla kalmıştı arkadaşının ölü beyninin içinde. Ona sorsalar sömürgenin ne olduğunu bile anlatmakta aciz kalırdı. Fransız İhtilali'ni bile yeni yeni öğreniyordu arkadaşlarından. Onun en büyük ihtilali uçurtmaya aşık olmaktı. Tek derdi ölmeden önce, ölen çocuk için uçurtma uçurtmaktı.

Etrafta gezinip ölü aramaya başlamıştı. Yaralıları revire götürüp ayaküstü müdahale ediyorlar, ölenleri ise olduğu yere mezar kazıp gömüyorlardı. İlerde koca çınar ağacının altında yatan ölü askeri fark etti. Yanına gittiğinde üniformasının tamamen kırmızıya boyanmış olduğunu gördü. Çocuğun kıyafetleri gibi, diye söylendi kendi kendine. Elini ölü askerin ceplerine götürdü. Yarısı kırmızıya boyanmış bir mektup çıktı. Ölülerin eşyalarını karıştırmak onu son derece rahatsız ediyordu. Kendine ölü soyucu lakabı bile takmıştı utanmadan. Kanla kurumuş mektubu hiç özen göstermeden cebine sıkıştırdı. Kana bulanmamış olanların kıyafetlerini çıkarıp gömüyorlardı.

Elindeki kürek ile kazmaya başladı mezarı. Askere yetecek kadar kazması yeterdi. Buralarda hiç yağmur yağmadığı için ölünün dışarı çıkmasına ihtimal vermiyordu. Ne güzel, diye söylendi koca ağaca bakarak. ''Bir çınarın gövdesine gömülüyorsun.''

Bu hakkı en çok çocuk hak ediyordu. O kendi bizzat çınar ağacıydı. Kendi elleriyle gömmüştü onu ve uçurtmasını. Sonradan pişman olmuştu uçurtmayı gömdüğüne. Eski devirlerde insanlar sevdikleri şeyler ile gömüldüğü için bunu yapmıştı. Hemen bir kağıt kalem çıkarıp vasiyetine bir madde eklemek istedi.

''Uçurtma ile gömülmek istiyorum.''

Vasiyetini her zaman yanında tutmasını komutanı söylemişti. Vasiyetini ve kalemi cebine geri koydu. Gömülme işlemi bitmişti. Gölge tam olarak mezarın üstüne düştüğü için koca bir gülümseme attı. Savaşı kazanmış edasıyla çınarın gölgesine oturdu ve düşünmeye başladı.

Uçurtmaya aşık olan asker olarak tarih kitaplarına geçmeyeceğini kendisi elbette ki biliyordu. Eve dönme imkanı olursa çocukları ile beraber uçurtma uçuracaklardı.

Ateşkesin bitmesine az bir zaman kaldığını fark etmemişti. Aklında hep aynı deniz ötesi düşler vardı. Bir yandan sömürgeci için neden savaştığını düşünürken diğer yandan çocuk ve uçurtmayı düşünüyordu. ''Canımdan daha mı kıymetli'' diye iç geçirdi. Cephede böyle hayallere dalıp gittiğinde silah ve top sesleri onu kendine getiriyordu. Toprak parçaları üstüne birer birer sıçrarken yine aynı şeyleri düşünmek onu kahrediyordu. Bir yandan da bu hayal onu hayata bağlıyordu. İnandığı güzellik uğruna her şeyden vazgeçmek fikri geldi aklına.

Birden aklına yeni bir buluş gelmiş bilim insanı gibi ayağa fırladı. Gökyüzüne uzun uzun baktı bir müddet. Sonra üstündeki hırkayı çıkardı tereddüt etmeden. Etraftaki olup biten bir sürü boş şey zerre umurunda değildi. Kendi belirlediği noktadan şaşmadan fikirlerini gerçekleştirecekti. Bu kararlılık sonucu kendini uçurtma yaparken buldu. Ağaçtan kırdığı dalları özenle birbirine bağlayıp üstüne hırkasını geçirdi. Göçmen kuşlar gibi hissediyordu kendini. Başka diyarlara fikirleriyle gidecekti. Hırkasından elde ettiği ipi uç uca ekleyip uçurtmaya bağladı. Biliyordu hiçbir merminin şu an ona zarar veremeyeceğini. İpin ucunu eline alıp koşmaya başladı. Uçurtma son sürat havalanmaya başlamıştı bile. Özgürlük, diye düşündü tekrardan. Güldü. Bu ona iyi geliyordu. ''Gülmenin ortamı olmaz'' diye iç geçirdi. Taarruza kalkmış askerler gibi koşmaya devam ediyordu son sürat. Komutanının verdiği hiçbir emire bu kadar azimle koştuğunu hatırlamıyordu. Bir ülke bayrağı gibi gururla sallanıyordu fezada uçurtma. Güçlü devletler arasına girebilirdi uçurtma imparatorluğu. Yanında bir yansıma belirir gibi olmuştu. Çocuk yanında kendi uçurtması ile beraber ona eşlik ediyordu. Çocuğun bu sefer güldüğüne dair yemin edebilirdi.

Tek kurşun omzunu delip geçti bütün kuvvetiyle. Gözleri gerçek dünya ile temasa geçtiğinde düşman saflarına doğru koştuğunu fark etti. İkinci kurşun karnından isabet etmişti. Son gücüyle uçurtmanın ipini eline doladı ve yere düştü. Bu düşüş sanat eseri niteliğindeydi. Biliyordu her imparatorluğun düşmanı olduğunu. Uçurtma imparatorluğu başka çocukların fikirleriyle canlanacaktı. Uçurtma havada kalmaya devam ediyordu usanmadan. Hırıltılı bir cümle düştü toprağa.


''Fikirlere kurşun işlemez.''