İçimde ahırdan bozma binalarını yükselttiğim amiyane şehir nihayetinde canıma tak etmiş, mutsuz aile tabloları yerleştirdiğim benliğime veda vaktinin geldiğini anlamıştım. Beni çocuğu olarak dahi görmeyen ve en ufak ana şefkatini esirgemiş İstanbul, içimdeki gecekondulara galip gelmiş; yabancı elleriyle saçlarımı okşuyordu. Sabahın altısına bırakılmışlığımdan mıdır nedir, tutunacak yegâne dalımın bu kahrolası İstanbul şehri olduğunun farkındaydım. Ve yine en nihayetinde ilk defa bu şehirde âşık olmuş, ilk defa görece güzel şiirlerimi bu şehirde yazmış, kaybetmeyi ve doğrulup tekrarlarını yaşamayı bu şehirde öğrenmiştim. Yetmişlerden kalma bir mayıs akşamında seninle karşılaşmam da bu şehrin eseridir Ana Julia.


Yine her zamanki ayyaşlığımızla ben, Cemal ve Muzaffer, Beyoğlu’nun daraşmalık sokaklarından birinde Karaköy’ü seyre durmuş, bilmem kaçıncı biramızı deviriyorduk. O zamanlar öyle genç ve aptaldık ki Cemal birtakım milliyetçi yazarların fikirleriyle memleketi kurtarabileceğini dahi düşünürdü. Orhan Veli’yi yeneceğimi söylemem de -inanması zor biliyorum ama- böyle bir günün akşamına denk düşer. Sarhoşken neler düşünmüyor insan, değil mi? Yedi adım atsak yedi tepesini geçeceğiz gibi gelirdi İstanbul’un.


Böyle zamanlarda sesimi gürleştirme çabası içinde şiir okumaktan ne denli zevk aldığımı bilirsin. Hâlbuki o gece balkon demirlerine yaslanmış, gürültümüzü bir caz müziği dinler gibi dinlediğini bilseydim cebimden küçük şiir defterimi çıkarıp görmediğim bir Fransız kızına yazdığım şiiri okur muydum hiç...

Eh, seni tanımazdan önce düşüncelerim, bu sığ ve kendini bilmez düşüncelerim bu kadarına hizmet edebiliyordu ancak. Yalandan ibaret olmayan bir imgesellik nereden bakarsan bak olacak şey değildi.


Bir yudum daha aldım biramdan ve ayağa fırlayıp sahici bir Constantinapole sakini gibi bağırdım: “Kardeşlerim! Romalı kardeşlerim! Bugün burada üç basit ve yüksüz insan, insan kederden münezzehtir diyerek mutla kuşatılmış bir geleceği kucaklıyoruz. Bir gün damdan düşer gibi bir kadına alenen vurulacağım muhakkak, Cemal’in reisicumhur olacağı da öyle, Muzaffer kırkını devirir mi bilemem ama ölmekten dahi mesut olacağına eminim. Yani güzel kardeşlerim benim, saçlarımız ağardığında ve döküldüğünde, takvim yaprakları güzden nasibini aldığında geçmişe göz ucuyla ustalıklı bir bakış atıp bugünleri yâd edeceğiz. Hem de öyle kuru kuru bir tebessümle değil, şu gençliğimizde aldığımız büyük kararların arkasında durduğumuz için büyük bir minnetle yâd edeceğiz bugünleri. Şerefe!”


Bu dalkavukça sözleri söylerken senin de bir kadeh şarabı havada asılı duran hayalî bir diğerine tokuşturduğunu bilmiyordum. Dilim kopsaydı da o gün o sözleri söylemeseydim Ana Julia. On dokuzuma kadar sesimden bihaber tanrının o gün beni dinleyeceği tutmuştu çünkü. Kelimelerim hayalî bir sigara dumanı gibi göğe yükseldi, yükseldi... Koca İstanbul’un kalbini dahi kırmıştım üstelik. İşte, İstanbul’un bana dargınlığı da o güne dayanır. Ah, olduk olası şu küstahlığımız yok mu!


Büyük ve birkaç renkli bir neşe içinde bizimkileri tutup kolundan Karaköy’e sürükledim; orada ne işimiz vardı, bir işimiz var mıydı bilmiyorum. Ama attığım her adımdan o kadar emindim ki sanki ayaklarımın altına kaldırım taşlarını ben yerleştirmişim de ezberimden koşuyordum bu yolları. Meyhaneleri, köşedeki muhallebiciyi, plak satan birkaç dükkanı ve fünikülerin geçtiği kadar yolu da geçip kendimi Galata Köprüsü’nün üstüne attım. Balıkçılar çekildiği vakit köprünün epey ıssızlaştığı muhakkak. Hiçbir şeye takılmadan köprünün tam ortasına geldim ancak o vakit soluklanmak aklıma gelebilmişti. Yıldızlara baktım, yerli yerinde dönüyorlardı; Eminönü’nün minareleri mi eğilmiş yoksa bana mı öyle geliyordu? Tam da Haliç içre acemi darbelerle resmedilmiş bir gecenin keyfini çıkarmakla meşgulken Cemal ve Muzaffer nihayet yetişip koluma girdiler.

“Oturalım biraz, gündüz vakti böylesini bulamazsınız.” diyerek merdivenlerden aşağı inip ayaklarımızı denize sallandırdık.


Bir vakit sustuk öylece, konuşanın gırtlağına yapışacaktık zannedersin. Bir an balıkların sesini dahi duyar gibi oldum. Aslına bakarsan, işin aslı, duyduğum tek ses kalbimden geliyordu; dinlenmenin verdiği gaflete düşmüş, avazı çıktığınca bağırıyordu. Sakinleşmesi için bir elimle diğerini tuttum, titriyordu. Hayatımızın en güzel ve en delikanlı çağlarındayız diye düşündüm. Muzaffer’in cebime iliştirdiği sigaralardan birini çıkarıp yaktım. “Oğlum Muzaffer!” dedim, sessizliği delip geçen ben olmuştum. “Ne garip adamsın lan sen! Sigarayla birayla karın mı doyar lan? Şu hâline bak, bir deri bir kemik kalmışsın. Ne halt yiyeceksin sen yaşlanınca?”

Alaycı bir gülümsemeyle yüzüme baktı. “Yaşlanmak mı, ne münasebet canım!”

Öyle ya, kırka varmadan yaşlanmıyor insan. Cemal elindeki Amerikan malı Winston marka sigara paketine baktı. İki yüzlülüğüne mi güldü, Muzaffer’in umursamaz cevabına mı anlamadım.


Ayaklandık ve köprü sıra kepenkleri indirmiş lokantaları geçtik. İlk defa bir şehrin uyuduğuna şahit oluyorduk veya en azından biz öyle zannettik. Uykuda bir kadın güzelliği ne kadar masum ve mahzun ise İstanbul’un güzelliği binlerce misliydi sanki. Fakat bir objenin güzelliğinin subjektifliğini ne var ki geç öğrenecektik. Nereden bakacağımızı bilmemiz lazımdı evvela. Uyuyan bir kadının gözlerini güzelleyemezdik örneğin. Biz de bu düşünceler arasında bir dalaşa girdik, en güzel hangimiz bakabilirdi Haliç'e; bakılması en doğru yeri hangimiz bulacaktı.


Üçümüz iskele önlerinden, cami avlularından, çarşıya varan sokaklardan kaybettiğimiz bir eşyamızı arar gibi dikkatli ve düşünceli geçtik. Aynı zamanda yeni bir adayı ilk defa gören bir gözcü şaşırmasıyla önümüze gelen havadar her yeri işaret parmağımızla gösterip burası olmalı diye haykırıyorduk. Şöyle bir dönüp etraflıca bakınca gösterdiğimiz yerlerin gerçekten de birbirinden insan gözüyle görülür bir farkı yoktu. Derken Muzaffer kolunu düşmana çekilen bir kılıç hıncıyla düzleştirip işaret parmağıyla Galata Kulesi’ni işaret etti. Ne olmuştu durduk yere, Muzaffer’in gözlerinin dolduğunu mu görüyordum yoksa içimden öyle hissetmek mi geliyordu? Kolu tümden titriyordu, konuşmaya başlayınca sesi de titremeye başladı. “İstanbul'a ilk geldiğimde -bana İstanbul’u anlatacak kimse yokken yani- kartpostallarda gördüğüm bu kuleye çıkmıştım. İstanbul’da geldiğim ilk yerin burası olmasından mı yoksa havadaki hafif esen rüzgârın terimi soğutmasından mı (“Ne alaka lan!” diye bağırdı Cemal.)

Galata’nın tepesinden şehri öyle bir görünce bu şehir için her şeyi yapabileceğimi hissettim; âşık olabilir, sokaklarında sürünebilir, açlıktan ölebilirdim. Evet, bir şehir ölmeye değerdi. Bana kalırsa sadece Haliç'e değil, tüm İstanbul'a en güzel bakan varlıklar; Galata’nın üstüne yuva kurmuş kuşlardır.”

O ana kadar uzun konuşmasına alışkın olmadığımız -sarhoşken bile- Muzaffer, tabiri caizse, bir hatip gibi döktürmüştü. Belki haklı olmasından, belki de haklı olmasını istediğimden hak verdim ona. Fakat yine de ikinci ve hatta üçüncü bir yer bulmalıydık, her birimizin burada bir köşesi olmalıydı.


Cemal’in düşünceli hâlini izlediğim birkaç dakikanın ardından o da yerini bulmuştu, tuttu kolumuzdan sürükledi bizi. Sirkeci Garının önündeydik. “İstanbul’un...” dedi ve duraksadı biraz “En güzel manzarası denizinde veya binalarında değildir, insanlarındadır. Buraya her gün, tıpkı iki sene evvel adım attığımız biz gibi binlercesi büyük umutlarla geliyor; o sinema filmlerindeki gibi İstanbul'u yenmeye geliyorlar yani. Şu insanlara bakın, her biri ne kadar da birbirinden farklı fakat içlerinde birbirlerinin aynısı, bizim aynımız. Bana sorarsanız İstanbul’un o en güzel, en âşık olunası yanı, bu insanların yüzlerinde saklıdır.”

Eh, pek de cezbetmedi Cemal’in bu sözleri. Zaten bilirsin, hiçbir zaman Cemal’le aynı fikirde olmayı beceremedim. Ama itiraz edecek mecali de bulamadım kendimde. Oysa etsem öyle bir ederdim ki... Bu şehirle savaşılmaz bir kere derdim, kaybedersin derdim, kendini bırakmalısın ki kaybettiğini bile anlama derdim. Üstelik bu insanlar buraya o yanlış adetlerini, bozuk Türkçelerini ve taşralı yaşamlarını heybelerine yükleyip de gelmiyorlar mıydı? Yine de, dediğim gibi, tartışacak mecalim yoktu o sıra. Cemal bir onaylama bekler gibi yüzüme baktı. Başımı sallayıp “Evet, haklı olabilirsin.” dedim, bu kadarı yeterliydi.


Artık benim sıram gelmişti Ana Julia. Nihayet şu İstanbul’da kendi köşemi seçebilecektim. Ah ah, sonra İstanbul ne yapsın da darılmasın bana. Kim sahip olunmaktan haz alacak kadar zavallı olabilirdi ki?


Tekrar en başa dönmüştüm. Koca bir caddeyi, bina aralarını, hatta ve hatta inanır mısın, denize iki adım yakın her yeri gezdik. O zamanlar bir şeye ne kadar yakından bakarsak güzelliğini o kadar kaybettiğinden haberimiz yoktu. Olacak şey değildi, her yerden aynı gözüküyor, şehrin güzelliğinde en ufak bir değişme olmuyordu. Uzaktan bakınca ise şehir gözümde küçülüyor küçülüyor, bir bot darbesiyle ezilecek karınca yuvası gibi gözüküyordu. İşte, İstanbul bana ilk oyununu oynuyordu. Onu tümden kavrayabilmem, idrak edebilmem ve âşık olabilmem için hiçbir fırsat tanımıyordu bana. Bu şehirdeki her sokağı, her caddeyi, her adımbaşını, her haneyi ve içindeki her insanı, o insanların hisleriyle ve düşünceleriyle birlikte görebileceğim bir yer yoksa benim bir köşem yok demekti. Durduk yere evsiz kalmıştım, işe bak. Kapanmış bir simitçi tezgahının yanı başına, merdivenlere göçtüm. Cemal ile Muzaffer yine ufaktan bir laf dalaşına girmiş, hangi amaçla o kadar yolu arşınladığımızı unutmuşlardı çoktan.


Senin de sonradan öğreneceğin üzere ilhamın insan elinde hiçbir şey kalmadığı zaman insana verilen bir hediye olduğunu düşünmüşümdür. Bir şiir yazma veya basit birkaç söz çiziktirme hevesi cereyan etti içimde. Arka cebimdeki defteri aradım, bulamadım. Sonrasında sanki sığabilecekmiş gibi diğer ceplerime, elimdeki biraları koyduğum poşete baktım, diğerlerine onlarda olup olmadığını sordum, yoktu. Sanki yer yarıldı da içine girdi defter. Sanki ben İstanbul’muşum da en güzel manzaram o deftermiş gibi düşündüm. Her şeyimi yazdığım şiir defterim, iç dünyamın yansıması olan şiirler dolu bu defter kaybolmuştu. En güzel manzarayı bulamadığım gibi en güzel manzaramı da kaybetmiştim.


---


Ne garip değil mi? Cevabını yalnız senin verebileceğin derecede garip hem de. O zamanlar böylesine önem verdiğim şiir defterim o gece senin eline geçmişti. Fakat ne yazık ki sen adresimden beni bulana kadar bunu öğrenemeyecektim. Tanrı biliyor ya, sonrasında ben senin İstanbul’un olmuştum. Sen içime tümden hâkimdin, en ilahi bir gözünle görüyordun artık beni.


Eminim ki şimdi kendi kendine soruyorsundur, otuz sene boyunca dili kesik bu adam ne oldu da konuşuyor, içini döküyor şimdi diye. Ölmeni falan beklediğimden değil Ana Julia. Sadece içimde yeni binaların dikildiğini, cümle şehirlerden büyük göçler aldığımı, gençliğimin aldatıcı bir yanılsaması olduğumu anlamam zaman aldı.


Bir defterden ibaret olamadığım için senden özür diliyorum.