Konuş! Konuş benimle, sessizliğin ardından uykularıma kasteden derin fısıltı! Duyuyor musun? Bizi anlatıyor Harâ...

Yaşamın en yaşanılmaz hali bu. Bütün duygularımı avuçlayıp çekiyorsun beni kendine. Sevgim, saygım, vicdanım, merhametim, fikirlerim… İki elinin arasında. İnanıyorum sana, ben inandıkça daha yukarı çıkarıyorsun beni. Fısıldıyorum "Dök avucuma duygularını." diye. Duygularıma karşılık duygularını istiyorum. Fakat sen beni çıkardığın o tepeden bırakıyorsun aşağı. Öyle bir yere çakılıyorum ki Harâ;

devri geçmiş kavimler, peygamberini yitirmiş dinler, Tanrılarla dolu bir çağ. Para uğruna yaratılan tanrılar, zevk uğruna uydurulan dinler...


Ruhum; bedenim de toprağı işgal edilmiş bir mülteci gibi yaşamaya çalışıyor. Bu yüzden yaşamın en yaşanılmaz hali bu. Cennette ki yasak elmayı yemek gibi seni sevmek. Kim bilir kaç asır geçecek, kaç insan ölecek, kaç kavim yok olacak, kaç peygamber daha gelecek avucuna bıraktığım benliğimin cezasını çekmek için... İşte Hâra! Cennette yenilen o elmanın, cezasını çekmek gibi mantıksız seni bu denli sevmek... Neredesin? Hangi dine tabiyiz Harâ?

Söylesene hangi tanrı önünde eğilmiş boyunlarımız?

Neredesin? Mahşere mi kalacak hesaplaşmamız?