Varlık ve yokluk üzerine konuşmak istiyorum bugün. Düşüncelerin o hızlı akışı, duraklamanın imkansızlığı ve hatta yaşamak uğruna, konuşmak istiyorum. Hiç var oldunuz mu veya ‘’Ulan harbiden var mıyım?’’ diye düşündünüz mü? Hiç korktunuz mu yaşamıyor olmaktan? Hayır hayır, ölümü kastetmiyorum. Zihnin eriştiği o son yokluk anlayışına erdiniz mi? Sıcaktan soğuğa, azdan çoğa ve tekrar aza; ağlamakla gülmek arası dokuduğumuz ilmeklere dikkat çekmek istiyorum sadece. Yaşadığım için yazıyorum ve belki yaşamak savaşında can verecek kadar yürekli olduğum için. Sizinle alay ettiğimi düşünmeyin lütfen, kendimi yürekli olduğuma inandırmak için yazıyorum.


Hep aynı kahveyi içen ve yeni kahveler keşfetmekten uzak birinin kahve seven yanlarının öldüğünü düşünebiliriz. Bu düşüncenin hata payı vardır. Dünyadaki en muhteşem kahveyi içtiğini, olası seçimlerden en iyisini yaptığını düşünebilir veya kahvesine alışmıştır. Takdir edersiniz ki son seçenek üzerinde duruyorum. “Alışmak”. Alışmak ve adapte olmak canlılığın en kıymetli yanlarından. Bize biraz zaman verin sadece. Hayır, her zorluğun üstesinden gelmeyeceğiz; onlara alışacağız. Bu önemli bir nokta. Adım attık, bugüne geldik ve alıştık. Örneğin 20 sene önce ölmüş, nefes alan insanlar yok mudur aramızda? Biz de bir süre önce ölmüşüzdür, aynı günü tekrar edip duruyoruzdur. Kim bilir? Siz de her sabah aynı kahveyi içenlerdenseniz sadece merakımdan soruyorum: Yaşamak bunun neresinde?


Kendi içimde bu yazıyı okuyup okuyamayacağınızı tartışıyorum. Örneğin şöyle diyorum: Bunu biri okursa yaşıyorumdur. Yazı tura atmak gibi düşünün ve bu ihtimalin, teorik olasılıktan sapma miktarını hesaplayın. Bir matematikçi olsaydınız bu düşüncemi kolayca yanıtlardınız. Korkarım ki değilsiniz, üstelik ben de değilim. İhtimallerin korkuttuğu biriyim ben ve annemle babamın tanışma ihtimalinin yanına spermlerin çokluğunu da ekleyince doğmama ihtimalim karşısında hayrete düşen biriyim. Sizinle ortak noktalarımızdan biri değil mi zaten doğma eylemini gerçekleştirmek? Nedir bu doğma? Güneşin doğması gibi bir şey mi? Güneş gibi büyük, sarı, parlak bir şey olduğumu düşünmedim hiç. Siz düşünüyorsanız, lütfen söyleyin. Anlamak istiyorum sadece. Siz kelimelere takıldığımı düşüneceksiniz, haklısınız da. Bir hortumla suladığımız çimlerin değil de siz yazıyı okuyanların, benimle bu eylemde ortak olmasını anlamak istiyorum. Şimdi düşünüyorum da belki ben doğmamışımdır. Bunu nasıl bileceğim? Bana öyle söylüyorlar ve bu işin kuralı bu diye doğmamış olma ihtimalimi es mi geçeceğim? Belki doğmak, spermle yumurtanın o muhteşem birlikteliğinin ödül törenidir. Peki güneş hangi yumurtayla spermin birlikteliğinin ürünü? Kendim çalıp kendim oynuyor gibi hissediyorum bu soru üzerine. Böyle anlamsız görünen varlık probleminin çözümünü ve güneşi oluşturan spermin sahibini nasıl bulacağımızı -inanın- ben de bilmiyorum. Bir de düşüncelerin durakladığı, adeta nefesimizin kesildiği, arka fonda o en sevdiğimiz şarkının çaldığı, hafif rüzgarlı zamanlar üzerine konuşmak istiyorum. Sanki o anlar yaşamın ödül törenleri ve yeniden doğmak, tıpkı güneş gibi. O anlarda kalıp öylece kıvrılmayı dileyebilirdik. Sizin kavganız o anlara dönmek, yeniden yaşamak hatta unutmamak üzerine bile olabilir. O anları hatırladığınızı biliyorum. Yaşamak, biraz da hatırlamak üzerine. Ve doğmak gibi ortağız nefesin kesilmesine. Hızlanan kalplere, heyecana ve kedere ortağız. Unutmadığımız öyle çok şey var ki. Siz en çok hangisini özlüyorsunuz?


Pinokyo’yu ilk okuduğumda biraz büyükçe burunlu olmanın yalancılığın bir göstergesi olduğunu düşünmüştüm. Gerçekten öyle olabilir miydi? DNA’dan bihaber olsanız bu düşüncemi destekleyebilirdiniz. Belki büyükçe kulaklı olanlar küçükken çok kabahat işlemişti ve babaları kulaklarını çokça çekmişti. Bu düşüncem bir amaca hizmet etmiyorsa bile bazı bilgilerin ihtimalleri baltaladığını söyleyebilirim. Dönelim yine yaşamak derdine. İçime dert olduğundan öyle diyorum, yanlış anlamayın. Yeterince yaşamadığımdan. Ufacık bir yaşamak ışığı görsem hemen gelip size anlatıyorum. Emin olmak için ışığın gerçekliğinden. Size karşı dürüst davranıyorum, burnum büyüsün istemem. Zamanın akışı beni korkutuyor, işte en gerçek korkum budur. Ölümün kendisi değil de yaşamadan ölmek içimi kemiriyor. -Nasıl yaşayarak ölünür?- Örneğin bugünü unutulmayacak o muazzam anlara bürüsem, özgürce seçiyoruz ya, harika bir gün seçsem kendime. Yaşamak olurdu belki bu ama ben sizle bu kavramı tartışmayı tercih ediyorum.


Yaşam süremi adlandıracak olsam bu evrenin adı, ‘’sessizlik’’ olurdu. Öyle kütüphanedeyiz ve susuyoruz veya hastanede hemşirenin ‘’Şşş!’’ simgeli fotoğrafı varmış gibi değil. Dünyada sesler hiç var olmamış veyahut sağırmışız gibi de değil. Fırtınayı bekliyormuş gibi. Yaşlı bir balıkçı olsam ve bulutların dilini bilsem size derdim ki ‘’Kayığınızı sağlam bağlayın, hava dönecek!’’ Balıkçı değilim, belki henüz balık tutacak kadar yaşlanmadığımdan. Size tavsiye verecek de değilim çünkü biliyorum ki çoğunuzun bir kayığı yok. Sahi beyaz bir sakalım olsa dinler miydiniz beni?


Dünyayı nasıl garip bulduğumdan bahsedeceğim şimdi. Dünyada en şaşırdığım şeylerden biri: bulutlar. Elbette ben de sizin dünyanızdanım, böyle konuştuğuma bakmayın. Bazen çok tatlı, yumoş yumoş, pamuk şeker gibi bazense kızgın bir boğayı andırır gibi olan sevgili bulutlar beni sıkça hayrete düşürüyor. Sizce bulutların da duyguları var mıdır? Hayal gücü epeyce geniş su kümelerine ‘’bulut’’ diyoruz belki. Akademik açıklamalarınız var bununla ilgili, şaka yapıyorum sadece. Bulutlar diyorum, çok güzeller. Bir de vücudumuza şaşırıyorum. Bilsek, hücrelerimizin de ruhu var mı ve hatta konuşsak onlarla, ne anlatırlardı? Şu derinin altındaki damarlar, sulama kanalları gibi. Saçlarımız kavak ormanı, kıllarımız pirinçlik. Yer altı ısıtması olan bir medeniyeti besliyoruz sanki. Bazen biraz ekmek ve su atarım içeri; bana aşk ve sevgi olarak mı döner, kin ve nefret olarak mı? Her birimiz koca bir imparatorluk olabilir miyiz? Sahi siz ne ile yönetiyorsunuz kendinizi? Belki sizin imparatorluğunuzun kaleleri yıkılmış, harabeye dönmüştür. Biliyorum ki kimilerinde ot bile bitmiyor. Hem bir ot yetiştirmek kolay da değil. Süreceksin önce tarlanı, sonra tohum atacaksın, sulayacaksın, gübreleyeceksin, yağmuru bekleyeceksin, seveceksin, umut edeceksin. Siz bunları zaten yapıyorsunuz, ben çoraklıktan hayıflananlara söylüyorum.


Bir serçe yakaladığımızı düşünelim şimdi. Bu eyleme ‘’yakalamak’’ da denmesin, serçecik kendi kanatlarıyla uça uça penceremizden içeri girmiş olsun. Ona muhteşem bir kafes yaptığımızı, onunla dost olduğumuzu, tutsaklığa türlü kılıflar uydurduğumuzu düşünelim. Sırf onu seviyorsunuz diye onu hapsetmeye devam eder miydiniz yoksa salar mıydınız onu ait olduğu gökyüzüne? Tutsak dostluktan yanaysanız korkarım ki farklı dünyalara aidiz ve yaşama anlayışımız sizinle uyuşmuyor.


Ne çok konuştum, değil mi? Onaylanmak için sormuyorum elbette, hala burada mısınız diye merak ettim. Yaşamak işte, siz buradayken güzel. Bu odanın içinde, bir başıma ne tadım var ne tuzum. Siz varsanız yaşama renk geliyor. Sahi sizin renginiz ne? Ben bugün, hazan vakti kızıldan sarıya hatta kahverengiye çalan bir renkteyim. Bir gün beraber yeşil oluruz, aranızda mor olan varsa belki mutlu oluruz. Renkler çok güzel, renklerin çeşitliliği karşısında nutkum tutulacak kadar güzel. Güzelliğe yönelik algımız ne yöne kayarsa kaysın terazimiz bütün renklerde eşittir. Kilosunu tartacağımızdan değil, adalet öyle simgelenmiş. Hoş, adalet size ne ifade ediyor bilmek isterim. Tıpkı kendi varlığınız gibi onun da varlığını sorguluyorsunuz belki. Size hak veriyorum.


Çok yaz ve bahar geçirdik beraber. Umut ediyorum ki yine geçireceğiz. Sahi siz fark ediyor musunuz mevsim geçişlerini? Şehirde mevsimi bilmek zor diyeceğim ama yeşili öldürdüğümüzden midir bilmem, bugünlerde baharı yaşıyoruz. Sıcaksa yaz, soğuksa kış bile diyemeyecek kadar değişti mevsimlerimiz. Sıcak bir kış yaşıyoruz ancak içimiz ısınmıyor. Farkındayım, yatağınız her zamankinden daha soğuk. Emin olun hava sıcaklığından değil.


Sizinle dilediğim gibi konuşabildiğim için kendimi şanslı sayıyorum. Muhtemelen konuşsam beni buraya kadar dinlemez, sıkılır ve sıkıldığınızı belli eden ifadelere bürünürdünüz. Yine de kibarlıktan dahi olsa beni dinlediğinizi varsayıyor ve size teşekkür ediyorum.