On gündür hasta olduğum için evde baygın baygın yatıyorum. On dediğimde ilk başta size az gelmiş olabilir ama sürekli bir işiniz varsa ya da uğraşınız; bir anda on gün uzaklaşın da görelim... Sigara bağımlısı biri on gün sigara içmeyebilir mi? Hatta on gün işe gitmeden durabilir misiniz? On zor bir sayıymış. En başta üstlenici çünkü rakamlardan sonraki ilk sayı. Demem o ki on gündür evdeyim ve düşünecek çok vaktim oldu... Ama ben hiçbir şey düşünmedim... Evet.

    Bahsetmek isterim ki bir aralar şarkılarla uğraşmıştım. Ne tarz olduğunu bende bilmiyorum ama yazıyordum işte. Bir besteciyle tanışmıştım o sıralarda, çok iyi bir adamdı aslında bakarsan; sonra konuşamadık öylece koptu gitti. Adı Orhan’dı otuzlarında olmasına rağmen saçlarına yavaştan ak düşmüştü, sürekli şoför gibi gömlek giyerdi, yanında hiç olmazsa ufak bir kalimba taşırdı, aşşağı yukarı galiba neredeyse tüm müzik aletlerini çalabiliyordu. İkinci kez duymasına gerek yoktu bir kere duyduğu melodiyi çalabilirdi. Ondan öğrendiğim terimlere göre yanılmıyorsam sesi baritondu. İçki gecelerinde ağıt yakar, öğlen dost meclisinde yan flüt çalardı her ana ve duruma göre bir müziği vardı adamın. Apollon’du resmen.

    Bir gün otururken dayanamayıp soru sordum ‘Benim bir ara yazdığım şarkı sözleri vardı baksana buradan müzik çıkarabilir miyiz?’ zaten benim yazdığımı biliyordu ufak tefek şeyleri ama pek sevmezdi sadece sohbetlerimiz güzeldi, yüksek ihtimalde kırılmayayım diye: 

‘Bakalım belki çıkar’ dedi

    Gidip kâğıdı getirdim. Daha doğrusu kâğıtları çünkü bir satır bir yerde bir dize bir yerdeydi o anda bulduğum yere yazmışım. İçlerinde gazetenin ufak boş bir parçası bile vardı fakat çokta uzun olduğu söylenilemez. İlk önce içinden okudu sonrada galiba kafiyeleri anlamak için tekrar okudu. Biraz bekledikten sonra boğazını temizleyip ‘Garip’ dedi. En sonunda dışından seslice ama şarkı gibi değilde hitabetle konuşma yapıyormuş gibi gür sesle okudu. 


Yaşıyorken ölmek                                                                                             

Ölüyken görmek        

Rüya görmek midir yaşamak?       

Yoksa uyumak mıdır ölmek?       

Bunların Hepsi muamma    

Akıllı biri hepsini yalanlar     

Nedir ne değildir diye sorar                  

Sabah akşam yokluk kokar                     

Mana aramak saçma geliyor    

Ortak bir ödevmiş hadi be    

Tek olmak size neden zor.                                               

Yalnızlık kalabalıklara mahsus  

İlki bundan hayıflanır                 

İkincisi zaten alışmıştır          

Üçüncüsü kendini seçer                                                                                                  Dördüncü kendini kandırır              

Gerçek hormonlarınsa      

Sorar her şey yalan mıdır?


    Hemen ‘ee nasıl olmuş, çıkar mı bir şeyler’ diye sordum fakat yüzü hiçte iç açıcı değildi. ‘Yani pek müzikal değil şiir gibi ama şiirde değil. Zor, üzgünüm ama yüksek ihtimal olmaz.’ Bende zaten böyle düşünüyordum okuması bile zordu. ‘İsmi var mı?’ dedi. O ana kadar hiç düşünmemiştim. Gıcıklık olsun diye öylesine ‘Mum Işığı’ dedim. Gözlerini kaçırıyordu sonra yapayda olsa üzülmemem için boş sorular sormaya başladı.

‘İyiymiş, sen bir şeye sinirlenmişsin ama dışa vuramadığın için yazmışsın.’ ‘Evet, olabilir bir şeylere değil her şeye kızgınım.’   

   Şimdi düşündüm de adam fazla zırvalamıştı iyi ki yollarımız ayrılmış. Hakkı var o kadar iyi değildi ve evet sinirlenmiştim ama o an Orhan’a sinirleniştim çünkü düz söylemek yerine kıvırıyordu. Hem şarkı olsaydı da kaset yapacak, kayıt alacak halim yoktu. Melodisini bilmek istiyordum acaba nasıl olurdu. Daha önce eski bir şarkının yeni yavaşlatılıp elektronik baslı halini dinlemiştim, sözler anlaşılmıyordu bile ama mitolojik bir hikâyeydi sanırsam. Tüylerim diken diken olmuştu; bende o sıralar Türk tarihiyle ilgileniyordum ve içime bir milliyetçilik doğmuştu. Hemen kendi kendime o müziğin üstüne sözler yazmıştım, neden Türk hali olmasın dedim. Bir iki saat dinledikten sonra garip bir şey çıkmıştı ortaya ve çok güzeldi benim için. Kendi yazdığım sözlerin müziğin üstünde böyle uyumlu olması çok hoşuma gitmişti her duyduğum yerde şarkının sözleri değil kendi yazdıklarım geliyordu aklıma. Hala şimdi bile ara sıra söylerim benzer bir melodi bulduğumda. Bulmasam bile tekerleme gibi söyler dururum dilime yapışmış bir kere.


Turna kuşu uçtu gitti     

Yiğitlerim öldü bitti                                                                                                                       Uçmak olsun canlarına   

Tengri dursun yanlarına     

Kurt ulusun şaman duysun    

Düşman yılsın âlem duysun.                    

At şahlanıp da dizgin elde       

rüzgâr boyu hızlanınca           

Biter belki büyük umut

Bir gün elbet kızıl elma.    

Gezdim gördüm bildim yendim            

En sonunda yurt edindim   

Gerdim işte bak yayımı               

Kırdım kılıcımın da kınını.                 

Cenk çağırır Oğuz gelir     

Kan dökülür kımız içilir

Dedem korkut söyler durur                                        

Cenk çağırır Alp’te vurur       

Dombramız çala dursun                   

Türk’ün yolu açık olsun. 


    Keşke şarkı bestelemeyi bilseydim o zaman habire kendi kendime şarkılar yapar yazardım. Müzik ve şarkı arasında bir fark var mı onu da bilmiyorum ama bir şekilde hallederdik. Turna kuşu ne alaka bilmiyorum o anda aklıma gelmişti, yiğitlerin ölmesi de yanlış anlaşılabilir diye düşünüştüm ama kafiye şeması olarak güzel gelince öylece kaldı. Uçmak Türk mitolojisindeki cennet Tengri’de baş tanrı olarak geçiyor. Kurt zaten büyük bir sembol; şamanlar da din öğreticileri ya da ruhani olarak Tengri ile iletişime geçen peygamberler olarak düşünülebilir en kolay şekilde. At da kurt gibi Türklerin takıntılı olduğu aslında güzelde bir hayvan. Kızılelma Türk cihan hâkimiyetidir yani dünya üzerindeki tüm Türklerin birleşip güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar tüm dünyanın hâkimi olması. Uzun zaman göçebe yaşadıklarından en sonunda yerleşik hayata geçince yurt edinmişlerdir. Kılıç evet ne kadar önemli olsa da Türklerde asıl önemli olan yaydır, at üstünde hızlıca giderken bile ok atabiliyorlarmış. Savaş çağırınca herhalde kaçmaz Oğuz gelir; gerekirse kanı, döker kımız içer. Dede korkut eski Türk boylarının anlatıldığı destanlarda büyük bilgi sahibi biri olarak geçer. Alp cesurdur Cenkte en önde koşar. Dombra da eski; bağlamaya benzer hoş bir çalgıdır Tengri, şaman gibi müziklerde kullanılır.

    Yazmışken anlamlı olsun dedim, bazıları belki yanlıştır ama yine de o zamanlar güzeldi şimdi çoğunun bir önemi yok gibi. Türk insanı yirmi birinci yüzyıl olmasına rağmen sıkışmış, kendini bulamamış, cahil, güçsüz kalmış bir halktır. Hala çoğu kişi Cumhuriyeti bile anlamamış devrimleri sert şekilde taşlar durumda. Artık Cumhuriyet bile eskidi Anarşizm, Liberalizm gibi olabilitesi yüksek düşünceler var. Dış dünyaya kapanmış kendi kendine hala ahlak, kültür gibi absürt romantik şeylere takılıp kalmıştır. Bir tarafta doğu bir tarafta batı ne olacağını şaşırmış durumda, bir taraf cahil bir taraf dev. Bir türlü kendisi olamamış ve bu Ortadoğu çöplüğünde çürüyüp gitmiştir. Her şeyi öldükten bir gün sonra anlayacağız muhtemelen. Bütün olarak hayatın olmasa da, hayatta her şeyin bir nedeni vardır... Belki. 


Çöpçü çöpçü baksana   

Kitapları yaksana     

Ne dersin be herif    

Pencerene baksana    

Saat kaç olmuş bağırırsın      

Pencereni açık unutmuşsun     

Van Gogh musun bilir misin     

Kulağın mı yok yoksa beynin mi?          

Çöpçü boş ver işine bak.                             

Beynimde var kulağımda         

Hem Van Gogh’unda vardı                  

Sen göremiyorsan çokta takılma         

Tuğla gibi kafan var.    

Sus senin de kitapların.  

Aynı şeyler mi be adam.    

Doğru değil ben para kazanırım

Asıl sen ne yaparsın.      

Çöpçü çöpçü baksana   

Beni de çöpe atsana. 

Hayır buna izin vermem

Sen acı çekeceksin 

Makinalar ezemez seni   

Köpekler yiyemez leşini 

Durduğun yerde çürüyeceksin.

Çöpçü çöpçü baksana...                                                                                                                                      

    Son satırın devamını duyamıyorum galiba penceresini kapattı.


    Ben bunları yazarken bir iki tanıdık geldi, ne mutlu ki boş gelmemişler. Poşetleri elime sıkıştırıp içeri geçtiler. Bende getirilenleri yerlerine yerleştirdim ve yanlarına geçtim. Üç kişiydiler biri tabi ki Orhan’dı; ‘Cevdet’e gidiyorum’ deyince peşine takılmışlar. İyide yapmışlar canım sıkılıyordu. Benim kapım böyledir tanıyanlar şüphe etmeden çıkar gelirler ama biliyorlardır zilim bir kere çalındığında bir daha çalınmasına gerek yoktur. Muhtemel olmayan dışardayımdır ama daha muhtemel olan canım açmak istemiyorumdur, zorlanmayacağını bilirler. Çalanlarda yüksek ihtimal yanlış kapıya gelmişlerdir çünkü kapımı ikinci kez çalacak kadar zorlayabilecek birini evime davet edecek kadar yakınlaşmam. Orhan dışında diğer iki oradan buradan tanıdıklarım insanlardandı.

    Üçlü koltuğun bir başında ilk olarak çocukken mahallede tanıştığım ama sonradan ayrılıp Orhan sayesinde tanıştığım fizik öğretmeni Selim oturuyordu. Orta boylu, orta kilolu, gri saçlı bir adamdı. Yüksek ihtimal geçmişte -birbirimizi görmediğimiz zamanlarda çünkü hatırladığım kadarıyla hiç tüketmemişti- üst düzey sigara tiryakisiydi, sesi öyle bir hırıltılı çıkıyordu ki sanki her konuşacağında balgam atacaktı. Neyse ki şimdiye kadar öyle bir şey olmadı. Bir ayağı askerlikten kalma topaldı. Eğitim sırasında beş metre ağlara tırmanırken düşmüş ve ağrıyor demesine rağmen iki gün öylece yatmasına bile izin vermeden eğitimlere devam ettirmişler. En sonunda morarmalar artınca on kilometre uzaktaki hastaneye zırhlı araçla götürmüşler. Bana pek inandırıcı gelmedi morarma kangren olur keserler ama bacak hem çalışıyor hemde topallıyor garip bir durumda. Zaten normal olsa fizik öğretmeni olmazdı. Diğer ucunda İnşaat mühendisi Sabri oturuyordu. Ben ona kısaca Amele diyordum iki heceden üç heceye. Aslında kısa değil ama olsun. Hiçte alınmaz o yüzden onun yanında rahat rahat konuşurum. Eskiden oturduğum evden komşumdu. Uzun boylu, kalıplı, esmer bir adamdı. Tanıştığım günden bu yana hiçbir kadınla birlikte olduğunu ya da hiçbir ailevi konusunu anlattığını duymamışımdır. Gelir konuşur, dinler içer ve giderdi. Susmak istediğim zamanı çok iyi anlardı bazenleri varlığını bile unuturdum bu da büyük bir rahatlık sağlıyordu bana. Soy olarak iki nesil önceden İranlıydı o yüzden galiba birazda yabancılık duyuyordu. Farsça, Türkçe İngilizce, Almanca, Fransızca ve Yunanca biliyordu bende filolojiye ilgi duyduğum için sürekli iletişimdeydik.

    Tekli koltukta da geniş geniş yayılmış Orhan oturuyordu yüksek ihtimal hala yaşının farkına varamamış akşamdan içip içip sızmıştı. Gözünün kapanmasından anlaşılıyordu durum. Günlük haberlerden bahsederken konu intihara gelmişti ve konu dallanıp budaklandı. Sohbeti duyunca Orhan birden canlanmıştı. Her zaman ki gibi kendi doğrularını, bu dünyada bir gayemiz olduğunu falan açıklamaya başladı. Bu fikirlerini hayat tarzı değil saniyeler içince şuan oluşturduğuna yemin edebilirim. Yorulmak bilmez her an bir konferans konuşması yapacakmış gibi konuşurdu.

    ‘Benim fikrimce ölüm ikiye ayrılır bunlardan birincisi -Yaşarken ölmek- ikincisi -ölüyken ölmektir- ilk olarak birinci ölümü anlatıyım.

    İnsan yaratılış şekliyle düşünen, sorgulayan ve bunlardan anlam çıkartmaya çalışan bir varlıktır. Eğer bunları yapmıyorsa; diğerkilerine esirdir. Daha doğrusu olmak zorundadır. Çünkü düşünmeyen insan yaradılışına ihanet etmiş demektir. O yüzden insan yaşarken düşünmüyorsa ölüdür, zaten düşünmeyince yaşamanın bir anlamı yoktur. Yani kısaca düşünmüyorsa ölüdür ölü olmaya mahkûmdur.

    Selim mantıklı dermiş gibi kafasını sallamıştı. Sabri dikkatlice dinliyordu. Bense şimdiden bunları saçma buluyordum. Boğazını temizleyip anlatmaya devam etti.

    ‘İnsanlara göre ölmek; dünyadan ayrılmak, beynin çalışmaması falan filan demek. Yani bilimde de öyle amma velakin benim fikrimce değil. İnsan bence unutulduğu zaman tam anlamıyla ölmüştü. (Bunu söylerken sinsice bana bakmıştı) İnsan bilimsel olarak ölse bile hatırlanıyorsa tam anlamıyla ölmemiştir bir hatıra olarak zihnimizde saklanmıştır ve çok iyi bir insansa hep öyle kalacaktır. Veyatta insan eğer unutulduysa, çokta bir şey yapmamıştır, kalıcı olamamıştır ki unutulmuştur. Ve unutulduysa tam anlamıyla ölmüştür. Aynı zamanda insan unutulmamak eş değer olarak hatırlanmak kısaca ölümsüz olmak ister. İster somut olsun ister verdiğim örnekteki gibi soyut’

    Bende karşıt görüş olarak lafını bitirir bitirmez söze girdim. ‘Bu unutulmamış tırnak içinde iyi kişi hani ölümsüz oluyor ya; peki kötülük yaptığı için unutulmuyorsa misal Stalin. Bazıları seviyor ama adamın kötü olduğu bariz bir şekilde belli ya da Ted Bundy.’ Orhan hemen ‘Bundy mi? Onu seversin sanıyordum hem hala hatırlayan var mı? Kötüler elinde sonunda unutulmaya mahkûm. Unutulmuş iyilerinde zamanı geçmiştir.’ Bende şakayla karışık ‘sözümü kesme’ diye çıkıştım ve devam ettim. ‘Neyse lafımı unuttum senin dediğine gelecek olursak kendinle çelişiyorsun ya da fikrinin bazı noktalarını bize söylemeyi unuttun. Nasıl yani zamanı geçmiş unutulan iyiliklerde varsa ve kötülerde aynı seviyelerde unutulup ölüyorsa sözde takıntı haline getirip unutulmamak için hiçte iyilik yapmaya gerek yok. Şayet dünyaya gerekli gereksiz bir çocuk dünyaya getirmek bile bu işlevi görür. Çocuk belki seri katil olur belki doktor olur. Demem o ki diyorsun ya insan unutulmamak ister o zaman adam öldürüp intihar ederek de bir süreliğine şok etkisi yaratıp unutulmayabiliriz ki elinde sonunda bizde unutulucaz.’ Orhan bir süre düşündü. En sonunda konuşmaya başladı. ‘Evet, doğru söylüyorsun altı boş bir fikirdi neyse ki şimdi düşünüp sallamıştım. Hala hızlıyım.’                                           

‘Onu fark ettik. Yine Sokrates’e bağladın.’    

‘O kalpazanla beni bir mi tutuyorsun, sayın yargıç.’                          

‘Ben yargıç değil Avukatım, Adama bak Sokrat’a kalpazan diyor.’ 

‘Haksız mıyım?’  

‘Yok, yok en haklı sensin.’

    Sonra sessizliğini koruyan Sabri araya girdi. ‘Bence Cevdet ne kadar haklı olsa da sadece –Orhan’ı göstererek- senin sözlerini çürütmek dışında bir şey yapmadı. Orhan’ın fikirleri ve Cevdet’in düzeltmesiyle düzgün bir görüş sunulabilir. Şimdi iş ölümden ölümsüzlüğe, ölümsüzlükten de unutmaya geldi ve insan iz bırakırsa unutulmaz dendi. Buraya kadar güzel. Fikre iyiliği ve kötülüğü katmasak ve sadece iz bırakmak desek bence olabilir. Mesela Hitler kötüydü ve unutulmadı. Mesela Gandi iyiydi ve unutulmadı. Yani amacımız unutulmayıp anı olarak insanların zihninde kalmaksa yani soyut fikirde ölümsüz olmaksa iyi ya da kötü olmaya gerek yok. Cevdet’inde dediği gibi bir şekilde unutulmayız ama elinde sonunda senin –Orhan’ı gösterdi- dediğin gibi çok büyük bir iş başarmadıysak unutuluruz. Fakat bu durumda işin değerine ve zamanın şartlarına göre değişir. Sokrates’i sev ya da sevme adam bence daha unun yıllar daha hatırlanmaya devam edecek.’  

Orhan ‘Doğru ama insan nasıl hatırlanmak istediğini seçip ona göre bir yol izler.’ 

Sabri ‘Pek tabi ki öyle.’

‘O zamanda herkes bir şekilde hatırlanmak ister ve çok tehlikeli bir durum ortaya çıkmaz mı? Özellikle öleceğimizi bir doktor tarafından fark ettiğimiz anda. Bu psikolojiyle insan her şeyi yapar.’                                                                                                                                              ‘Aslında biraz ama inanç dediğimiz kavramda burada devreye giriyor dünyanın çoğu bir şeylere inanıyor ve bu da direk olarak iyilik yapmaya sevk ediyor. Ama bu konu ya inanç ya Nihilizme giriyor.’ Bende ‘İşte burada da ben devreye giriyorum hatırlanmanın bir ölüye ne faydası var ki ölmüş zaten ne işine yarayacak. Dünyada olan dünyada kalır.’               

Sabri ‘Ama herkes senin gibi Hiç değil.’   

 ‘Herkes öyledir ama kabul etmeye korkarlar meslek gibi aile gibi kavramların altına gizlenmeye çalışırlar ama sonu hiç işte... Ve bu da öyle üzülecek bir şey değil böylesi gayet mutluluk verici.’ Orhan ‘Evet, görüyoruz seni.’ ‘Karıştırma ortalığı. Dünyanın pilleri hala takılı ve ben öldüm diye dönmeyi bırakmayacak. Hayat bir savaştır savaşsa anlamsız bir oyun. Hayat bırakabileceğin bir oyundur. Yarın gün tekrar doğacak ve bir anlamı olmasa da doğmaya devam edecek. Zamanın ne getireceğini kim bilebilir. Başarısız olarak hala hayattaysam bir şeyleri hala merak ettiğim içindir. İntihar insanoğlunun en önemli hakkıdır. İnsan en yüksek mertebesinde sadece kendisine merhamet duyabilir...’

Selim ‘Sonunda konu İntihara geri döndük. İnsan bilmediği şeyler hakkında çok konuşur ve içi boş konuşur mesela ölüm gibi. Belki de intihar etmememizin tek sebebi hayatı başaramamamız gibi ölümü de başaramayacak olmaktan korkmamızdır. Bırakalım da hiç olmakla kalsın.’                                 

    Orhan dizlerine vurup ayağa kalktı, ceketini giyip tüttürmek için balkona doğru gitti ve kapının kolunu tutup tiyatrocu havasıyla bize doğru döndü. Kazağını çimdik atar gibi öne doğru savurarak ‘Satılık bir hayat köküne kadar kullanılmış.’ Diyip balkona çıktı.

    Yarım saat balkonda kaldı, en sonunda Sabri ‘Bu üçüncüye geçti galiba. Bana müsaade.’ Diyip kalktı. Hemen ardından da Selim ‘Bana müsaade.’ Diyip çıktı. Orhan on beş yirmi dakika daha dışarıda kaldı. İçeri girdiğinde hiçbir şey olmamış gibi ‘dışarısı soğukmuş ya’ diyip koltuğa geçti. Ben ‘O yüzden bir saattir balkondasın.’                                                    

Orhan ‘Ne yapayım muhabbet içimi kararttı. Bende gelirken puro almıştım onu yaktım... Biliyorsun uzun sürüyor. Rahat rahat keyifle içtim. Diğerkiler nerede, gittiler mi?’ 

‘Gittiler. Kaldı mı?’   

‘Ney kaldı mı?’                    

‘Küba kültürü yalanmış yaprak.’  

Kafasını öne uzatıp afallayarak ‘Anlamadım.’ Diye çıkıştı.  

‘Puro yani. Purodan hiç kaldı mı?’   

‘Ha öyle desene. Kaldı kaldı.’ Ceketinin iç cebinden iki tane daha çıkarttı. Cevdet’e doğru tutup ‘bunlar son’ deyip elini tekrar iç cebine atıp bu seferde kibrit kutusu ve puroya hava kanalı açmak için giyotin çıkarttı. İkisinin de kapalı ucuna ufak delikler açtı, bu işi şevkle yapıyordu. Birini bana verdi. Puroyu ağzına koydu, kibrit kutusunu açıp bir kibrit yaktı. Puronun geniş açıklıkta dudağına koyduğu kısmın tam karşısına yaklaştırdı. Önce ufak ufak ısıtıyor bir yandan da diğerki eliyle puroyu ağızında çeviriyordu. Sonra kibritin ateşini yaklaştırıp nefes verip çekmeye başladı. İki üç saniye sonra yuvarlak ucun her tarafı eşit bir şekilde pancar gibi kızarmıştı. ‘Daha demin içmedin mi sen lan. Nasıl bir ciğer var herifte ya. Ben bir taneyi zor içiyorum.’                    

‘Eee benimde zevkim bu. Alıştım artık.’ Ben hiç onun gibi uğraşmadan ortada ki masanın üzerinde duran çakmağı alıp yakmaya başladım. Orhan hemen sanki geçmişinde puroymuş reenkarnasyonla Orhan olarak geri gelmiş gibi. ‘Ne yapıyorsun sen! O öyle mi içilir tütün yanıyor daha başlarından acı bir tat veriyor. Hem çakmağın benzini giriyor tadını bozup kokusunu değiştiriyor.’ Yakıp çektikten sonra ‘Öfff onunla mı uğraşacam yak iç gitsin işte.’ Dedim. Orhan ‘Çok saçma şeylerde, çok saçma şekilde üşengeçsin.’ Biliyorum diyip küllüğüm olmadığı için mutfaktan bardak getirdim. Bir süre sonra cidden de içilmez hale geldi. Bende tamamen söndürüp bardağın içine attım. Tekrar mutfağa gidip bir bardak su aldım ve içeri geçip koltuğa oturdum. Orhan ben demiştim der gibi mutlulukla bıyık altından gülüp başını salladı.

    En sonunda sıkılıp aklıma gelen ilk konuyu açtım. Son dışarı çıktığımda manavın önünden geçmiştim. Pas parlak kıp kırmızı elmaları görünce canım çekti. Kütür kütür ama sulu elmaları çok severim. Sepetten sadece bir tane alıp kasaya gittim, adam dik dik bakıp, tartıya bile koymadan ‘Bizden olsun’ demişti. O anı hatırlıyorum da çok komikti cidden de. Adam daha önceki alışverişlerimden bildiğim kadarıyla zaten aksi biriydi. Kızmamak için kendini zor tutup zoraki bir gülümsemeyle bir tane elmaya bakıp karşılık vermişti. Bende hiç umursamadan çıktım ve eve doğru giderken elmayı yemeye başladım, fakat üçüncü ısırışımda falan en yakındaki çöpe attım. Kütür kütür olsa da çok kuruydu. Neyse konu benimde zorlamamla elmalardan açıldı ve devam etti.

    ‘Bir elma nelere değer görüyor musun? Seni cennetten de kovdurur, bilimde saygın kişilik de yapar.’                                                                                                                                              ‘Çok doğru ama Geçen arkadaştan elmanın Newton’un kafasına değilde; Newton’un düşen bir elma görüp de yer çekimini bulduğu söyleniyormuş.                        

‘Yani ne olursa olsun sonuçta bulundu mu bulundu. Elma var mı var, önemli olanda bu.’                                

‘Öyle ama bence Nasrettin Hocanın ki daha mantıklı. Ya kafasına karpuz düşseydi. Kafasına gerek bile yok karşısına düştüğünü düşünsene. Küt diye ses gelir, Etrafa suları sıçrar falan.’                                     

‘İyi ki öyle olmamış diyelim. Nasrettin Hocanın yeride bizde ayrıdır, o zamandan bu zamana  -Ye kürküm ye’den- hiçbir şey değişmedi.’                 

‘Yüksek ihtimal değişmezde.’ 

‘Bence dünyada üç çeşit elma var. Birincisi içi de dışı da güzel olanlar. Bunlar çok zor bulunur o yüzden pek bir bilgimiz yok.’                              

‘Nasıl yok aynı benim gibiler işte.’                                                                  

‘Kesinlikle aynı senin gibiler... İkincisi ki bunlar en fazla bulunanlardır dışı güzel ama içi kötü olanlar, capcanlı pas parlak görünürler ama içlerini bir açarsın leş kokusundan geçilmez. İkiyüzlüler bunlar. Fakir edebiyatı yapanlar, komünistler, memurlar en çokta öğretmenler, din adamları, yine memur olan ama memurlardan ayrı devlet büyükleri, halk kitleleri, ebeveynler, şairler. Bu liste böyle devam eder. İçlerinde iyiler elbette ki vardır ama istisnalar ne zamandan beri gerçeği örter.’              

‘Kimin gerçeğini.’     

‘Benim gerçeğim yetmez mi?’     

‘Bu dünyada tek sen varsın ve dünya senin etrafında dönüyor deme.’

‘Bu dünyadaysam nasıl benim etrafımda dönecek... Ama öyle tek ben varım ve benim için tüm bunlar. Çünkü ben olduğum için anlamlılar olmasam beni ilgilendiremez zaten. Empati denen şeyi o kadar yanlış anladık ve kendimizi o kadar kaptırdık ki önümüzü göremiyoruz. Amaç başkasını düşünüp kendimizi sevindirmekti ama biz başkasını düşünüp başkası olmaya çalışıyoruz. Zaten ikisi de birbirinden beter; biri acı ama gerçek, diğeri vicdan mastürbasyonu.’ ‘Bir bakıma öyle. O kadar uzun süredir bunlardan bahsediyoruz ki artık doğru bulmaya başladım seni. Orhan Cevdet’e baka baka karardı dicem de teninde bembeyaz ulan. Neyse Üçüncü neymiş?’ 

‘Üçüncüsü dışı da içi de çürük olanlar. Bunlar gizlenmezler ama ortaya da çıkmazlar; çıkanlarda diğer insanlar tarafından kışkırtılanlardır. Pis görünürler ve pisliktirler zaten. Doğru gördüklerini söylerler ama doğruları görecelidir. Ben, Makyavelli, Schopenheur falan.’

'Beni de ekle sevdim bu grubu.’       

'Hani birdin sen.’        

‘Yok, bize gelmez o... Tamam ama insanlar ne yapsın bu durumda, böylece sızlanmak bir şeyleri değiştirmez.’                                                                                                                                     ‘Bence en yakın zamanda üremeyi bıraksınlar ya da doğanlara öğretsinler. Birinci gruba şüpheyle yaklaşın, ikinci gruptan nefret edin ama çıkarınız varsa gizleyin bu sizi de ikiyüzlü yapar ama buna da kısasa kısas derler. Ve üçüncü grubu iyi gözleyin; sizi yutabilirler de, en yükseklere de çıkarabilirler.’                                                                                                                                            

‘Yine saçmalamaya başladın. Belkide dışımız çürük olabilir ama içimiz temizdir.’                                                     

‘Belkide.’