Az evvel bir ses duydum. Muhtemelen hemen yanı başımdaki inşaattan geldi. Demir çubukların birbirine çarparak yere düşmelerinin sesi… Bir an kendimi İstanbul’da buldum, hatta Kadıköy’de. Burnuma deniz doldu, bir kedi mırladı. Bir teyze gelen tramvaya binmek üzere ayağını havaya kaldırdı ki, tam o esnada işçilerden birinin bağrışı ile bu kısacık düşten çıktım. Ancak o sesin kulağımda çınlaması kesilmedi. Esasında demirlerden gelen bir ses olduğunu bilsem de o sesin bir tramvay olduğu hayalinden vazgeçemedim. Durmaksızın “Şimdi bir tramvay olsa…” derken buluyordum kendimi. Bir tramvay olsa, ama ne?
Mesela bir tramvay olsa, raylarının ucu bucağı olmayan. Sema Moritz’in Hasret şarkısından alsa adını. Gözleri artık kendisine yabancı gelenleri toplasa, kapı kapı… Kime bağlandığını bilmeyenleri ya da göynündeki sevdası hiç dinmeyen bir acı olanları. Öyle bir sevda ki ama anneden ama babadan ama yardan… İşte hasret kaldırsa onları yataklarından, çıkarsa gizlice ağladıkları kuytulardan. Gece yahut gündüz artık en candan dostları hangisiyse o vakit fark etmez. Hasret alıp götürse onları, kaç metre kaç kilometre yahut kaç mil uzaktaysa sevdaları. Ruhunun kederi gözüne sığmayanların kederlerini tutup gömse koltuklarının ipliklerine. Derinden gelen inlemeleri duyulmadan hasret onları bıraksa sevdalarının kapılarının tam önüne. Bir merhaba süresince belki, belki de bir ömür. Hasretliler o an ne dilerse hasret onlara o kadar süre tanısa. “Merhaba”, “Nasılsın, neler yapıyorsun?”, “Ben… iyiyim…”, “Sadece bazen... çok yalnız hissediyorum.”, “Seni hiç unutmadım. Bazen çok merak ettim, iyi misin diye. Ve… ve sen de beni özlüyor musun benim seni özlediğim kadar…”, “Bazen gözlerim seni aradı hatta geçenlerde inanır mısın birini bayağı bayağı sen sandım. Caddenin ortasında dikilip uzunca bir süre sen misin değil misin diye anlamaya çalıştım. Değildin…”, “Çok düşündüm buraya gelmeyi, kısmet hasret ile gelmekmiş.”, “Hayatıma birileri girdi, çıktı. Hep çıktı. Daha doğrusu çıkardım. Hiçbiri sen gibi değildi, hiçbirinde sendeki ben gibi değildim. Bu yüzden kendimi de onları da sevmedim.”, “Esas olan kişiler değil biliyor musun? Esas olan kişilerle paylaştıkların. İşte ben seninle paylaştıklarımı aradım.”, “İskender ne demişti ya… Hah evet, insan özverinin çocuklara isim olarak verildiği bir dünyada anlamını yitiriyor. Sanırım bu yüzden anlamımızı yitirdik. Elimde olsa adını özveri koyardım çünkü…”, “Biliyorum bunlar da geçecek. Bu hisler ve sen. Seninle ilgili her şey…”, “Evet evet onu da biliyorum, daha iyisini bulacağım.”, “Daha iyisi ne ama biliyor musun? Kalmaya ve tutmaya değer olmak.” Belki de yalnızca bir sohbet süresi kadar dileyecekler…
Ankara’ya bir tramvay şimdi ne de yakışırdı, değil mi?