Hayatta özel dikkat ve özen gösterilen bazı noktalar var. Hassasiyetlerimizi oluşturuyor bunlar. İnsanların hassasiyet alanlarını ayrı ayrı belirlemeye çalışalım. Duygusal hassasiyetler, fiziksel hassasiyetler, sosyal hassasiyetler, politik hassasiyetler... Karşılarında konuşlanan umursamazlık, ilgisizlik, samimiyetsizlik empati eksikliği, saygısızlık duyguları, tutumları var bir de.


Bir yakının kaybedilmesi, kişisel geçmişte yaşanmış olan travmatik bir tecrübe gibi konular duygusal hassasiyetlere; yiyecek alerjileri, cilt hassasiyetleri gibi şeyler fiziksel hassasiyetlere; kişinin toplumsal hayatında, yakınlarına karşı veya dışarıdan haberdar olduğu insanlara yönelik hassasiyetleri sosyal hassasiyetlere; ırk, din, dünya görüşü, cinsiyet kimliği gibi meselelerdekiler ise politik hassasiyetlere örnek verilebilir.


Günümüz dünyasında hassasiyetlerin karşısında bulunan tutumlar olarak nitelediğimiz meselelerden epey bir problem çıkıyor. Sebepleri arasında, yeni dünya düzenine karşı çıkışların eski büyük örgütlenmeler yerine, daha küçük, ama çok daha fazla sayıda topluluğun ya da ortak kimliklerin yer alması önemli bir yer tutuyor. Eskisi gibi, büyük birliklerin kanlı mücadeleler vermeleri yerine, küreselleşen dünyada kendini ortak bir grupta hisseden insanların (hatta bazen buna bile ihtiyaç olmadan) özel konularını göz önüne sererek bu alanlara ekstra hassasiyet talepleri mevcut artık.


Küreselleşme son derece arttırdı ve hızlandırdı hassasiyet reaksiyonlarını tabii. Artık bütün dünya aynı yerde yaşıyor gibi, aynı olaya anında tepki gösterebiliyor. Politik bir hassasiyetle gösterilen tepki, alerjik bir reaksiyonla fiziksel hassasiyet sonucu gösterilen tepkinin hızında gerçekleşebiliyor.


Politik hassasiyetleri -sosyal hassasiyetlerle çoğu zaman iç içe- şöyle başlıklandırabiliriz belki kabaca: İdeolojik hassasiyetler, insan hakları hassasiyetleri, toplumsal adalet hassasiyeti, çevre hassasiyetleri, kimlik hassasiyetleri. Gerçi işin doğrusu, daha yakından bakarsak türlerin de içerdikleri hassasiyetlerin de sınırsız olduğu bir politik -ya da sosyal- dosyası var önümüzde. "Ayrım", "ayrımcılık" gibi tanımlamalar çok yaygın olarak kullanılıyor. Üstelik toplumdan topluma, normlar üzerinden de değişiklik gösterebiliyor hassasiyet içerikleri.


İdeolojik olanları açmaya gerek yok. İnsan hakları başlığında evrensel hakların savunuculuğu ya da kendini savunması zor görünen gruplar konusundakiler öne çıkıyor. Toplumsal adalette eşitsizlikler, yoksulluk gibi mevzular; kimlik hassasiyetlerinde her türlü cinsiyet, ırk, din vs. kimlik mücadeleleri üzerinde ciddi tepkiler görülebiliyor. Zaman zaman toplumsal infiale yol açabilecek düzeyde hatta. Çevresel hassasiyetler de ideolojik olanlar gibi içeriği konusunda açık.


Önyargı ve stereotipler, iletişim eksikliği, bunların doğurduğu kutuplaşma ve düşmanlık gibi sorunlar hassasiyetlerin zedelenmesiyle de gün yüzüne çıkabiliyor çokça. Bunlar olduğunda oluşan stres, endişe gibi duyguların politik alanda da görülmesiyle birlikte, bir kısır döngü içinde daha fazla zedelenmeye yol açabiliyor.


Küreselleşme arttırdı reaksiyonları, dedik. Sosyal medya elbette bu meselede de çok güçlü bir aygıt. Avusturalya'daki bir ırkçılık vukuatının etkisi tüm dünyada, spor müsabakalarında bile görülebiliyor, tepkiler her yerde ortaya çıkabiliyor. Ya da Obama'nın "Love wins" tweeti tüm dünyadaki Pride haftası gösterilerine ve daha fazlasına sirayet edebiliyor.


İç içelik, görünürlük fazla olunca tepki gösterilmesi de aynı güç ve motivasyonlarla olabiliyor tabii. Bunun doğurduğu yepyeni bir kavram, bir fenomen var: "Politik doğruculuk" (Political correctness). Artık herkes yaptığı her eylemde, söylediği ya da yazdığı her şeyde eskisinden daha fazla dikkat etmeli bu tip tepkilere maruz kalmamak için. Hassasiyetlere gösterilmeyen saygı son derece sert karşı çıkışlarla muhatap olabiliyor. Neredeyse bir "hassasiyet hassasiyeti" oluşmuş durumda. Hassasiyetlere sahip olunmasına da saygı göstermek için gereken ek bir efor. Bir şey söylemenin epey zorlaştığı, ona dokunmadan, buna çatmadan eylemenin hayli güç olduğu bir çağdayız.


Bunların doğurduğu bir anlaşamama durumu belirdi böyle olunca da. Konuşurken mutlak bir dikkatle, her kelimenin müthiş bir özenle seçilmesi gerektiğini, kimseyi, hiçbir grubu, kimliği gücendirmeyecek, incitmeyecek ifadelerin anca kabul edilebilir olduğunu, hassas olunan alanlarda şaka yapılmasının bile ikrarının olmayacağını söyleyen bir kesim; diğer tarafta da sorunun bu bahsi geçen "kötü şeylerin", "yapılması" durumunda ortaya çıkacağını savlayan bir kesim.


Bir grubu ya da bir tek insanı bile olsa incitmemek için, dikkatli davranmak, özen göstermek güzel şüphesiz. Bunun için yapılabilecek şeyler arasında da bilgi edinmek, empati tutumunun geliştirilmesi ve tabii ki politik hayata aktif katılım gibi imkanlar var. Fakat bu bir yerde durabilir mi ya da durmalı mı? İfade özgürlüğünü gerçekten kısıtlar mı bu tutum? Fikirleri ifade etme konusunda oto-sansür hoş bir şey midir? Yüzeysel veya göstermelik dikkatli(!) söylemler, samimiyetsizligi doğurur mu? Göz önüne serilebilecek her türlü hassasiyet tanımı için uygulanmalı mı bu tutum? Ya da bir konuda sadece şaka yapmak bizi o konuda fail gibi suçlu ya da kendi ölçeğimizde hatalı kılar mı? Yahut şakanın yeri, zamanı, şiddeti olur mu, olursa bunlar belirleyici kriterler midir burada? Kendi kültürümüzden gelen ya da düşüncelerimizle yarattığımız hassasiyet beklentilerini karşı tarafa dikte etmek bir tür totaliterlik midir? Şaka bile yapmadan, ofansif ifadelerden kaçınmak adına belli bir mesafede durmak, insanlar arasına yeni duvarlar örer mi?


Žižek, hafif müstehcen şakalar olmadan karşı tarafla yakınlaşamayacağımızı, üstüne ötekine yönelik "hoşgörü" (tolerance) kavramının sıkıntılı olduğunu söylüyor. Yardıma da Martin Luther King'i çağırarak, ırkçılığa karşı epey bir şeyler yapmış olan bu adamın konuşmalarında hoşgörü kelimesinin asla geçmediğini, bugün kendisine hoşgörülü davranmaya çalıştığımızı söylesek güleceğini ifade ediyor. Haksız mı? Pek öyle görünmüyor. Jordan Peterson, Camille Paglia, Christopher Hitchens gibi isimlerin de politik dogruculuğa karşı durduğunu biliyoruz.


Diğer taraftan diyelim ki ben 17 yaşında genç bir şeriatçıyım. Duydum bir gün bu ülkede dinî saiklerle bir otelde insanların diri diri yakıldığını. Daha sonra baktım ki failler aklandı, iyi mevkilere gelenler oldu. Aradan da yıllar geçti, bakıyorum ki bu olayın şakaları stand-up gösterilerinde yapılıyor ve insanlar hayli gülüyor, eğleniyorlar bununla. Evet, ben olsam, cesaretlenirim. Bir daha aynı ortam oluşsa ateşe odun atanlardan olma konusunda daha cesur davranırım. Kendi özel alanımızda bunun şakasını yapmakla, hatta bizzat mağdurlardan ya da yakınlarından olarak, mağdur tarafımızla ya da mağdur yakınımıza yönelik bu şakaları yapmakla, kamusal alanda bunu sergilemek arasında bir fark var mı? Olmalı mı? Olmaması durumu beni en azından duygusal anlamda endişelendiriyor. Ama gönül rahatlığıyla sansür taraftarı olmaya da içim el vermiyor.