Bazı şeyler kötü olunca doğrudan çekilmez bir hal alabiliyor ve saygıdan dolayı o kötüden kaçamıyorsan olay daha da çirkinleşiyor. Dersini kötü anlatan bir hocanın karşısında birden yok olmayı kim istemedi ya da bir muhabbette boş konuşarak kafa şişiren, yeni tanışılmış insanın karşısındayken bana müsaade diyerek ortamdan uzaklaşmayı? Böyle sıkıntılı bir duruma çok daha kötü bir yerde yakalanmıştı işte Rıfat, tiyatroda.
Aydın: "Sizden iyi olmasın iyi bir insandı Rıfat abi, hala iyidir gerçi, hakkında birkaç kötü laf çıktı belki ama iyidir be Rıfat abi, takılmamak lazım öyle üç beş lakırdıya, hem de dedikodu akan lağım ağızlı üç beş tipin ağzından çıkıyorsa bu lakırdılar. İyi insandır Rıfat abi, okumuş, etmiş ama bizden kopmamış bir adamdır. Çocukluktan beri tanışırız, sert biriydi gençken, hızlıydı ama kafası da çalışırdı bir yandan. Biz sokakta haytalığa devam ederken o üniversiteye girmiş, edebiyat okumuştu, okumakla yetinmemiş yazmıştı da. Ben pek okumadım yazdıklarını, okuyanlar iyi diyorlar ama dediğim gibi okumadım, okusam da anlamazdım zaten edebiyat parçalarından. Arada görüşürüz hala, gelir, uğrar mahalleye, muhabbet ederiz eskilerden, memleketten ve kadınlardan. Evlenmedi hiç ama yalnız da kalmazdı pek, uçuk bir kafası olsa da hep kendine uygun bir manitası olurdu yanında, kadından anlar, kadına nasıl davranacağını bilirdi, gençliğini düşünürsek - lafım meclisten dışarı - tam anlamıyla iyi yontulmuş bir odundu Rıfat abi, tam mobilyalık adamdı. Mahalleye gelmesi dışında ara ara küçük edebiyat dergilerindeki yazılarından haberdar oluyorduk. Dediğim gibi, bazı yazılarının çok sert hatta kavga eder gibi olduğunu söylerlerdi, işte o zaman yazıyı ben de okurdum, okurdum ama yine pek anladığım söylenemezdi.
Lafı uzatmadan meseleye dönelim; manitanın lafıyla bir gün bir tiyatro oyununa gidiyor Rıfat abi, ortalardan, sahneyi dik gören bir yerden seçilmiş koltuklarına bir güzel kurulup sahneyi kesiyorlar. Güzel aydınlatılmış sahne, rahat koltuklar, sanata aç insanlar, yani zemin uygun güzel bir oyun için. Rıfat abi oyun hakkında hiçbir şey okumadan gittiği için çıktı sanırım esas sıkıntı, gittikleri oyun tek kişilikmiş, adamın biri çıkmış sahneye, evvelinden almış insanlığın, taş yontmaktan aya gitmeye kadar getirmiş insanlığı. Bunda bir şey yok tabii ama oyun gereği adam ara ara ahkam kesiyormuş insan ve hayat hakkında. Sanki biraz da içini dökme gibi bir oyunmuş hani, içtenmiş yani yeni moda düşünürsek, adamın birine mikrofon uzatmışlar da adam konuştukça konuşuyormuş sanki. Şimdi anlattıkça haklıymış be Rıfat abi diyorum biraz da."
Rıfat: "Sıkılmıştım, sıkıldığımı belli etmeden oyunu izlemeye devam edebilecek veya sinirimi içime atıp sessizce oyunun bitmesini bekleyecek durumu da geçmiştim çoktan, çok merak ediyordum; bu dangalağa böyle bol keseden seçilmiş, iler tutar yanı olmayan lafları ezberlemesini kimin söylediğini, oyunu kimin yazdığını ve kimin seçtiğini bu kıl kuyruğu sahneye çıkması için. Semra elindeki broşüre baktıktan sonra yazan ve oynayanın aynı kişi olduğunu söylediğinde daha da sinirlendim. Herif oturup ahkam kesmiş, bunu kağıda dökmüş, imkanı da varmış, ben bunu oynarım demiş, oynamak dediğime bakmayın, ben bunu konuşurum demiş, tanrı kendisi, peygamber kendisi, kitap zaten doğrudan onun dilinden ve ardından sahneye çıkmış, benim gibi bir sürü safa da parayla bilet satarak kendi manifestosunu dinletiyor. Bunları düşündükçe içinde olduğum duruma inanamadım, gittikçe gerilmeye başladım, bacaklarım sallanmaya başladı ilk başta, sonra ellerimi ovuşturmaya geçtim, derken gözlüğümü aldım elime, yavaşça ama sıkı bir şekilde saplarını kırdım, çıkan ses sonrası Semra sorgulayan gözlerle bana baktı, zaten çatlaktı diyerek geçiştirdim. Semra'yı geçiştirmek kolaydı ama öfkemi geçiştiremiyordum. Sol bacağımın üzerine attığım sağ bacağımı dizin hemen altından sıkıca kavradım iki elimle, bir sağa bir sola döndürmeye başladım, biraz zorlayarak da olsa gittikçe gevşettiğimi hissediyordum, bir sızı, ardından bir uyuşma, elektrik çarpması gibi bir his, sonra acı, sonra elimde hissettiğim sıcaklık. Semra, gözleri fal taşı gibi açılmış bana bakıyordu, bağırdığını sandığından eminim o an ama hiç sesi çıkmıyordu, derken bacağımı koparmayı başardım sonunda, pantolon içinden çekip çıkardım, çıkarırken yere düşen yuvarlak şey tahminen diz kapağımdı, önemsemedim. Sol elimle koltuğuma tutunarak, düşmemek için gösterdiğim büyük çaba sonunda ayağa kalktım, sağ elimde sağ bacağımı tutuyordum, geriye doğru iyice bir gerildim, sahneyle aramda tahminen 15 metre vardı, gerildim ve sus ulan orospu çocuğu diye bağırarak bacağımı sahneye doğru fırlattım. Bu kısımda edebiyaçı yanım size ufak tefek saçmalıklar söylemek istiyor, mesela insanın kendine ait bir parçasını koparıp fırlatmasının ayrılık acısına ne kadar benzediğini, giden giderken kalanın da eksildiğini falan. İşte bunlar hep saçmalık. Neyse, sahnedeki salak hala konuşuyordu ben bacağımı attığımda. Bacağım havadayken fark etmişti onu ve sanırım beyni yetmediği için anlayamamıştı onun bir bacak olduğunu, oyunu hakkında yapılmış en gerçekçi yorum olduğunu. Hala havadaki uçan nesne ne diye anlamaya çalışıyordu. Bacak havada döne döne ilerledi, sahnedeki lavuğu geçerek arkasındaki duvara çarptı ve yere düştü, havadayken bacaktan savrulan kan damlalarından biri yanağından aşağı süzülüyordu lavuğun ve hala bomboş bakıyordu anlama ve anlamaya aç gözleriyle. İçim soğumamıştı, tutturamamıştım, bacağım tam kafasına gelmeliydi ve ben bu pezevengi tam anlamıyla tekmelemiş olmalıydım. Hesap edememiştim bacağımın ağırlığını, duymamıştım da hiçbir yerde bir bacak kaç kilogram eder diye, kemikli 5 kemiksiz 3 kilogram diye bir bilgi yoktu bildiğim, böbrek, beyin, kalp vb hepsinin ağırlığı biliniyordu ama bacağın ağırlığı tam bir muammaydı. Sahneye ağırlığımı ne kadar koyduğumu bilmemek üzdü de biraz ama yapacak bir şey yok. Domates olsaydı yanımda belki domates atardım, domatesin ağırlığını hesaplayabilirdim ve belki tam alnının ortasına yapıştırırdım o domatesi, insan şöyle kötüdür, böyle pisliktir veya hayat bir bok çukurudur falan derken bu sahte peygamber. Ulan şerefsiz sen kimsin ki beni yargılıyor kim olduğuma karar veriyorsun, gözümün içine baka baka sövüyorsun bana? Domates olsaydı o ağzına da bir tane atabilirdim elbet ama yanımda hiç domates yoktu, ne tarla domatesi ne de küçük çeriler, ne hormonlu ne de akşam pazarından toplanmış çürük domatesler ama bundan sonra bir oyun izlemeye gidersem elbet yanımda 1 kilogram da domates götürürüm. Bacağımı koparıp sahneye attıktan bir süre sonra insanların şaşkınca bana bakışlarına ben de onlara şaşkınca bakarak cevap verirken sağ bacağımın kalanından akan kanlar yüzünden sanırım tansiyonum düşmüş ve bayılmışım. Şükür, oyundan kurtulmuşum, daha da izleseydim ölürdüm sanırım ve bir bacak bir oyundan kaçmak için çok fazla bir bedel gibi geliyorken bana canımdan olmak hiç mantıklı değildi. Şimdi buradayım işte, hastanede, doğrudan ameliyata alıp kapamışlar bacağı, güdük diyorlar kapadıkları yere, lakabımız da oldu bu sayede, artık Güdük Rıfat oldum.
Aydın: Rıfat abi iyi bir insandır, biraz sinirli olsa da seveni çoktur, kızsa da bir nedeni olduğunu biliriz kızmak için. 45 yıldır tanırım ve hiç haksız yere bağırdığını görmedim, en son gördüğümde mahallenin çocuklarına bağırıyordu elindeki bastonu sallayarak, çocuklar güdük geliyor güdük diye bağırıyorlardı, Rıfat abi de arkalarından kaçmayın ulan piç kuruları diye. İyi insandır Rıfat abi.
Samet Kaya
2020-09-24T15:45:35+03:00Muhteşem yorumlarınız için çok teşekkürler.
Nur Ece Durak
2020-09-24T14:50:55+03:00Gerçekten çok güzel bir hikaye.Bakış açınızı beğendim.
Reyhan Polat
2020-09-24T14:23:31+03:00Anlatımınızı samimi buldum ve çok beğendim. Konu da baya ilgi çekiciydi,sonuna kadar merakla okudum. Kaleminize sağlık.
Kayra Neşad
2020-09-24T13:17:10+03:00Çok farklı bir metin olmuş. Kaleminize sağlık. Diyaloglar biraz karışık gibi geldi sadece. Devamını bekliyorum mutlaka :)