"En büyük acı diye bir şey yok"
—Emil Cioran
...
Yaşamda tek başına olduğumuzu unuturuz ve bir insanın sadece bir pencereden yoksun oluşuna üzülmesini yargılarız; ona örnekler veririz mesela savaştaki çocukları. Onu hiç anlamayız çünkü herkesi aynı sanırız, aynı hikayede olduğumuzu. Hislerim öylesine birikmiş haldeki artık onları tanımıyorum hepsiyle birbir tanışmış olmama rağmen. Hayatım bir çöküşün şiirine dönüşüyor, maskelerim giderek azalıyor, giderek daha çok benziyorum zamanın gürültüsüne. Giderek çıkıntılarım artıyor, renksiz ve sevgisizim, kendime. Herkesi yoruyorum, insan kendini unutmamalı. İnanmalı. Doğru olanı bilmek yetmiyor. Müzik arındırıyor biraz, biraz kurtuluyorum zamanın hızından. Yaşamda aşk olsa da gözler kapandığında herkes tek başına; herkes yalnız fakat bu, bunu fark edenler için anlamlı. Hiçbir şeyi çözmüyorum yazarken, konuşurken de gözlerimdeki kabloları gösteriyorum. Bana iyi gelmeyen, -ki hiçbir insan iyi gelmez- duyguları asla ben seçmedim, bu kadar hissi aynı anda taşımayı kimse seçmez, her şeyi duymayı ve zıt fikirleri günlere ve gecelere yaymayı onları tek tek dinlemeyi kimse seçmez. Bu kadar imgeyi ve bu kadar soyutluğu kimse seçmez asla! Hisseden ve düşünen yabani bir ot parçasıyım, duygu yüklü bir korkuluğum kuytuda bir arsada ve başımda kargalar. Çeşit çeşit görüntüler yüklüyüm arabalar ve yollarla; anneler ve hastaneler ve hiçbir yere gidememek... Biliyorum hisleri anlatmak hiç uygun değil, ağlamak ve hatırlamak, ruhu çözümlemek... Biliyorum soyutluklar ruhun işkencesidir, biliyorum.
Kaç okumadan sonra insan iyileşir ya da kaç tanışmadan sonra? Ne kadar konuşmalı insan, ne kadar anlatmalı kendini?