"Hava bulanık" dedi, durduk yere.

Çarşıya inmek, rastlarsa dostlarla kahve içip sohbet eylemek ve en nihayet eline sıkı tembihlerle tutuşturulan listedekileri almak maksadıyla çıktığı yol, nasıl olduysa taşlı-topraklı olan bu köy yoluna çıkmıştı. Yeni boyanmış ayakkabılarının üzerini kaplayan toz kümelerine aldırmadığı bir vakitte kurmuştu bu cümleyi. Fakat ne hikmetse "Hava kapalı" dememiş, "Hava bulanık" demişti. Bu ifadeyi kendi başınayken değil de onu tanıyanların yanında kullansaydı, duyanları şaşırtacağını elbet bilirdi. Çünkü istisnalar hesaba katılmazsa, elli yıldır gömleğini ütüsüz giymeyen, elli yıldır her sabah sakal tıraşı olup, her sabah ayakkabısını boyayan bu adam, sözlerini hiç boyamazdı. Ne hakkında konuşacağı meçhuller barındırırken, nasıl konuşacağı herkesin malumuydu. O, konuşmalarını sade ve yalın yapardı. İfadeleri açık olurdu. Olması gerektiğinden de ziyade, olduğu gibi konuşurdu.

"Su bulanık, bulanık su" "Suyu bulandırma" vesaire… Bu ifadeleri, duymamış mıydı sanki hiç? Kullanmamış mıydı sanki? Bulanık kelimesi illaki bir şeyle ilişkilendirilecekse, suyla veya ne bileyim insan midesiyle ilişkilendirilirdi bilmiyor muydu? Defalarca duymuştu ve defalarca kullanmıştı elbet. Elbet bilirdi, bilmemesine imkan yoktu.

Suyun veya midenin bulanmasının; düşen bir taş, kayan bir toprak gibi veya yiyecek-içecek gibi bir dış sebeple gerçekleştiğini de bilirdi .Halbuki hava, kendi kendine kapalı olurdu.

Adam, düşünerek yürüyordu fakat bunları hiç düşünmemişti.

Aklı; dalgalı, dumanlı ve de bulanıktı.

Evet hava gibi aklı da bulanıktı.

Bir şey onun aklını nasıl bulandırmışsa, onun aklı da havayı öyle bulandırmıştı…