“Başlarda ben de farklı düşündüm.” İzmariti ayağının burnuyla ezdi. “Ama öyle değilmiş.” Semih baktı yüzüne ‘nasıl’ der gibi bir ifadeyle. Metin gözlüklerini ittirdi işaret parmağıyla. “İnsanlar kolay değişmiyor Semih'im. Kutay da aynı ki, ne bok yediğini biz de biliyorduk da bir şey demiyorduk. Şimdi yediği haltları herkes biliyor. Ama bakalım nasıl olacak.” Biraz daha ezdi izmariti başını eğerek. 

Semih de izledi izmariti. Kutay da, inatçılığı da, Metin'in sinir bozucu burun çekişi de zerre umurunda değildi. İzmariti izledi. Yorum yapma sırası ondaydı. İç geçirdi. “Biliyoruz abi, biliyoruz merak etme sen.” Yanağını kaşıdı. “Zaten o geçen dönemki projede falan da bir dümenler çeviriyordu. Elif meselesinde de olmuş, şaşırmam.” Metin onaylayarak başını salladı. “Çok güzel dedin. Aynen öyle. Sigaramı bitirdim ben içeri geçiyorum. Sen ne yapacaksın?”

“Eve doğru giderim ben de herhalde. Belki çarşıda falan bir şeyler atıştırırım.”

İyi madem, gibisinden bir şeyler geveledi Metin.

“İyi peki, hadi görüşürüz.”

“Görüşürüz.” dedi Semih saçağın altından çıkarken. 

Biraz çiseliyordu yine. Montunun yakalarını düzeltti. Kafasında bir şey yoktu, şemsiyesini de açası yoktu. O da hızlı adımlarla durağa gitti. Otobüse binesi yoktu ama yürümek için de rezil bir havaydı. Pek çoğunun aksine yağmurlu akşamüstlerinde yürüyüşe çıkmayı sevmezdi Semih. Evde olmayı da sevmezdi böyle havalarda. Direkt, böyle havaları sevmezdi. Hiçbir şey olmaz bu saatlerde. Evde otursan bu alacakaranlıkta için sıkılır. Dışarıda olsan binbir türlü dert. Genelde koltukta oturur, onu gerçekten mutlu edecek bir şeylerin olmasını beklerdi. Beklenmeyen bir telefon, bir tanrı misafiri. Herhangi bir şey. Mesela Mustafa çıkıp gelse olurdu. Ama daha onun gelmesine vardı. ‘Salak herif’ dedi içinden otobüse binerken. Otobüs kartlarının ötüşleri sinirlerini bozdu yine. 

İki yıldır ev arkadaşıydılar. 

Mustafa, Semih’ten farklıydı. Çat kapı insanları eve getirirdi, saat gün bilmeden. Bazen maç izlemeye gelen arkadaşları olurdu, bazen de elinde bir gitarla gelenler. İlk zamanlar Semih odasından çıkmazdı. Misafirler gelip gittikçe Mustafa onu odasından çıkarmaya başladı, zamanla Semih de odasından çıkmaya alıştı. Gelenlerle oturup kalkmaya başladı. İlk senenin sonunda Mustafa'nın bütün arkadaşları artık onun da arkadaşlarıydı.

Mustafa çok yemek yapmazdı, yapınca güzel yemekler yapardı ama aynı yemeği iki kere yapmayı hiç sevmezdi. Kahvaltıları hazırlamaya bayılırdı, Mustafa'nın sabah enerjisi hep dorukta olurdu, oysa Semih için sabahları çekilmesi gereken bir külfetten ibaretti. Sabahları Semih'i kaldırmak da hafta sonları kahvaltı hazırlamak da ona kalırdı. 

Bazı günler elinde market torbalarıyla çıkar gelir, dolabı tıka basa doldururdu. Hatta bazı günler o kadar doldururdu ki Semih'in dolaptaki çoğu şeyi daha yarısı yenmeden tarihi geçti diye çöpe atması gerekirdi. Ağırından hafifine alkol de alırdı, kimi zaman kendine kimi zaman ikisine.

Daha onlar farkına varmadan; salonda bırakılan çoraplar, sık gelen misafirler, biriken bulaşıklar için kura çekmeler ve daha niceleri gündelik hayatlarının bir parçasına dönmüştü. Ara kat, güney cephe, iki oda bir salon evde hem ikisinin hem de sayısız misafirlerinin pek çok keyifli anısı vardı.

Geçen Mayıs, değişim programını duyunca sevinmişti herkes. Hemen o gün, bütün ekiple bara gitmişlerdi. Sonra da geyiğini yapmışlardı, ‘Kız düşürürsün, oralar güzelmiş, gezersin’ vesaire vesaire… Sonra Mustafa hazırlıklara başladı. Ağustosta geldi eve eşyalarını aldı. Semih belli etmese de, o an bir burukluk kapladı içini. Sanki Mustafa değil de onunla beraber evdeki herkes gidecekmiş gibi geldi. Mustafa'yla ev işini konuştuklarında “Ben kirayı yollarım yine, sen kendi payını bir de faturaları verirsin.” dedi. O iş de öyle kapandı. 

Mustafa gitmeden önce de kutlama için bütün ekip dışarı çıktılar. ‘Zaten arada gelirim’ler, ‘Biz ziyarete geliriz’ler ve ‘Araşalım’lar bolca dendi. Vedalaşmalar, öpüşmeler, sarılmalar gırla gitti; o gecenin sabahında da Mustafa, Semih uyanmadan gitti. Başlarda, Semih bu durumun eğlenceli olacağını düşünmüştü, belki de hayatı boyunca ilk defa tek başına yaşayacaktı. O zamana kadar birileri ve onların düzenleri vardı; ailesi vardı ve kusura bakmasın ama duvarına o posteri asamazdı, oda arkadaşları vardı ışık on ikide kapatılırdı, hatta Mustafa vardı ve bulaşık tezgahında detaylı bir ‘yarısı dolu kahve bardakları sergisi’ olurdu. 

İş çıkışı saatinin yoğunluğuna eklenen yağmur sığınmacılarıyla otobüs tıklım tıklım olmuştu. Kendine üç çeyrek vücutluk bir alan yaratıp kalan kısmını da parmak uçlarında durarak idare etmeye çalıştı. Otobüsün içindeki kısık sesli uğultuya tavana ve pencerelere vuran yağmur damlalarının takırtıları, o takırtılara da olağan trafiğin camların arkasından gelen boğuk gürültüsü eklenmişti. İçerideki kalabalık nemle beraber daha da boğucu bir hale gelmişti ama Semih’e iyi hissettirdi bu kalabalık. 

Mustafa'nın yokluğuyla beraber eve gelen gidenlerin sayısı da azalmıştı. Ev daha boştu, sessizdi. Tabii Semih'in bekar evinin de geyiği yapıldı; ‘eve kız atarım’lar dendi, ‘parti yaparız’lar hayalleriyle eğlenildi, ‘hadi yine iyisin’ler söylendi. Fakat maalesef, bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Semih ilk iki hafta birkaç eski arkadaşlarını çağırdı ve her buluşma teklif edene eve gidelim dedi. Gelen giden lise arkadaşlarından, okuldan uzak yakın arkadaş gruplarından ve misafir dağınıklığından zamanla sıkıldı. ‘Ev kaçmıyor, çocuk altı ay yok.’ dedi kendi kendine ve eski düzenine döndü. Aksi gibi, kendisi de sıkılmaya başladı. Mustafa hem arkadaşıydı hem de eve gelmesinin asıl sebebiydi. Muhabbet ederlerdi. Aynı fakültedeydiler, O işletmede Semih de iktisatta. Kız muhabbeti dönerdi, oyun oynarlardı. Mutfakta sigara içerlerdi. Millet toplanırdı evlerine sonra, gelenin kim olduğuna göre farklı tonlarda sohbetler olurdu. Sonra dörtte yatılır, dokuzdaki derse yetişilmeye çalışılırdı. Fakat yine maalesef ki Mustafa'sız bu işler hep yarım kalıyordu.

Meydanda indi otobüsten. Mustafa’nın gidişinden iki ay sonra, Semih bunalmıştı artık evde. Yalnız kalmak zor ve sıkıcıydı. Yalnız yatmaktan falan korkmazdı, ama o sessizlik fazla geldi. Mustafa varken de ev dağınık olurdu ama şimdi evi bok götürüyordu. Dolabı dolduran yoktu, faturaları da paylaşacak kimse kalmayınca doğalgaza dokunmaktan bile korkuyordu. Evde bir üşenme ve hevessizlik hastalığı kol geziyordu; bulaşıklar birikiyordu, asılan çamaşırlar ancak ve ancak yeni çamaşırlar asılacağında iniyordu ve evin belli yerlerinde mobilyadan çok toz vardı artık. 

Tam bu iyiden iyiye bunalıma battığı dönemlerde Mustafa’yla konuştular, Semih yine kendi kendine ‘çok güzel abi eğleniyoruz’ ve ‘çok özledim be’ arası bir şeyler dinleyeceğim derken. Mustafa tahmininden de keyifli bir ses tonuyla programı bir dönem daha uzattığını ve baharda oraların daha da güzel olduğunu anlattı. Semih de elinden geldikçe sesinin istekli çıkması için uğraştı ve onu tebrik etti. Soranlara da o söyledi daha sonra geleceğini. Mesela, sordukları zaman; Mustafa’nın hafiften ilgilendiği Dilara’ya da, poposunu (o öyle demedi ama) beğendiği Sema’ya da, ondan hoşlanan ama yüz vermediği Melike’ye de o anlattı programın uzadığını. 

En son üç hafta önce gördü Mustafa’yı, o da yurtdışından ilk gelişiydi zaten. Yine toplandılar bütün ekip, eğlendiler içtiler, sabahladılar. Bir hafta evde kaldı Mustafa. Sohbet ettiler bol bol. Ona tanıştığı insanları anlattı, kaç şehir gezdiğini, oradaki insanları anlattı. Görenden dinlemek ayrıydı elbette, bol bol güldüler, ikisi beraber dalga geçtiler anlattıklarıyla. Sonra yatağa attığı bir kızı anlattı Mustafa. Onunla daha da çok eğlendiler. Bu kısa ziyaretin ardından Mustafa, bir hafta ailesinin yanına gitti, ailesinin yanından döndükten sonra da bir geceliğine kaldı evde. Sabah da yine erken çıktı evden havaalanına. Bu sefer uğurlamak için uyanıktı Semih.

Semih bakındı meydanda. On beş dakikadır boş boş dolanıyordu. Başının ıslandığını hissedebiliyordu. Daha önce oturduğunu hatırladığı bir pilavcıya girdi. Küçük bir dükkândı, pilavı da fena değildi. Gözüne dükkanın önündeki yağmurluğun altında bir sandalyeyi kestirip oturdu, bir tane nohut pilav istedi. “Şimdi eve mi gidilir anasını satayım.” diye geçirdi içinden. Dükkanın sokağa bakan tarafında, yağmurluğun saçaklarından gerilmiş brandada, yağmur damlalarının ritmik sesleri duyuluyordu. Pilavcının yukarılara astığı bir iki ısıtıcı içerisini birazcık da olsa ısıtmıştı. Sadece atkısını çıkardı Semih. İçerisi duman altı olmuştu. 

Gülüş sesleri, konuşmalar içeriyi doldururken, Semih de telefonunu çıkardı. Mesaj gelir mi diye baktı, arayan olur mu diye merak etti. Tam şu an biri arayıp “Hadi hoca koştur gel buraya!” demeliydi. Ama olmayacaktı tabii ki. Perşembe akşamları da böyle boktan zamanlardır. Hafta sonu gibidir, hafta sonu olmasını istersin, hafta sonu psikolojisindesindir. Sen, o, onlar, herkes hazırdır hafta sonuna, ama hafta sonu değildir. Bu gerçekle çarpılır beynin. Yine on birde uyursun yine yedide kalkarsın. Barlar dolmaz, kafeler dokuzda boşalır. Sen de o eksiklikle, keyifsizlikle evine dönersin. Çok dolmuşum, dedi içinden.

Garson siparişini getirdi. Kokusu burnunu doldurdu. Karabiber ekti üstüne bol bol. Tam yemeğe başlamıştı ki brandayı kaldırıp içeri giren iki kişiye takıldı gözleri. Tam ‘Ben bunları tanıyorum sanki…’ diyecekken Semih, girenlerden biri onu gördü. “Aaa! Semih ne yapıyorsun ya?” diyerek ona doğru geldi siyah uzun saçları olan kadın. 

Düşündü; Zehra, Zeliha, Zeynep... Zeynep olmalı adı.’

“İyidir, ne yapalım. Yemek yemeğe geldim. Siz ne yapıyorsunuz?” diye cevap verdi Semih ikisi yanına gelirken. “İyi biz de, Derin’le alışverişe çıkmıştık. Karnımız acıktı, yemek yiyelim dedik.” Yanındaki Derin de gülümseyerek konuştu “Merhaba.”

“Merhaba.” diye selamladı onu da Semih gülümseyerek. Sonra da devam etti.

“Güzel, gelin oturun isterseniz, ben de daha yeni oturdum.”

Derin yanındakine baktı, birazcık da tereddütle konuştu “Bilmem ki… Rahatsızlık vermeyelim…” Zeynep de Derin’e baktı, sonra Semih’e döndü “Vallahi, olur aslında. Otururuz, birini beklemiyorsan tabii.” dedi kısa bir kahkahayla. “Yok, kimi bekleyeceğim? Tekim.”

Bunun üstüne ikisi onun masasına geçtiler. Zeynep yanına, sarı saçlarının üstüne beresini takmış arkadaşı da karşısına. Onlar da sipariş verdiler. Havadan sudan konuştular. Semih Zeynep’i, bir dersleri ortaktı, oradan hatırlıyordu. Kantinde oturup çay içmişlikleri de çoktu. Mustafa’nın da bir arkadaşının arkadaşı gibi bir şeydi. Derin’le de öyle yüz yüze oturup konuşmamıştı ama onunla da bir dersleri ortaktı. Bir de gittiği okul tiyatrolarında denk geliyordu ona. Bir keresinde koltukları yan yana denk gelmişti hatta. Ama Zeynep adını söylemese hayatta hatırlamazdı adını. 

Zeynep konuşkan bir kızdı, uzun siyah saçları omuzlarından beline doğru iniyordu. Düzgün bir yüzü vardı. Kemikli değildi ama en azından şekilliydi. Gözleri iri ve kestane rengindeydi. Uzunca da bir kızdı. Semih de bir süredir tanıyordu kızı. Güzel sayılırdı ama öyle konuştuklarında çok keyif aldığını hatırlamıyordu Semih. Bu kızda hatırlayamadığı bir şey ona baya fena batıyordu ama hatırlayamadı. Üstünde belini aşan siyah bir mont, içinde boğazlı koyu gri bir kazağı ve boynunda da lacivert bir atkısı vardı. Altında da siyah bir kot vardı, çizmelerle beraber.

Derin de karşısında oturmuş izliyordu ikisini. Semih kızın biraz çekindiğini sezmişti. Derin’in omzuna kadar gelen açık kumral saçları vardı. Işıkta sarıymış gibi parlıyordu. Zeynep’ten biraz daha kısa ve daha toplu, sevimli bir kızdı. Çok hoş bir yüzü vardı. Zeynep biraz onu da konuşmaya dahil etmeye çalıştı.

“Derin de sosyolojide.”

“Ben de iktisattayım.” dedi Semih. Derin gülerek cevap verdi.

“Sizin fakülte biraz uzak bizimkine tabii.”

“Doğru, bizim fakülte cehennemin dibinde gibi zaten, yemekhaneye giderken kilo veriyoruz.” diye bir espri girişiminde bulundu Semih, kötü bir denemeydi. Tuttu. Derin güldü başını sallayarak “Evet, doğru gerçekten.” Zeynep bir kahkaha attı bir eliyle Semih'e tutunarak. “Biz ne çekiyoruz düşün, bizim 'İstatistik II' derslerini sizin binaya koymuşlar.”

“Siz yürümeseniz biz yürüyeceğiz.” diye cevap verdi Semih. 

Zeynep güldü tekrar. Sonra devam etti.

“Eee, Mustafa ne yapıyor ya? Avrupa’daymış.” Semih bir an duraksadı, sadece onun anlayabileceği bir süre kadar. Sonra cevap verdi. “Aynen, baharda da kalacakmış. Yılı tamamlayacak artık.” Zeynep şaşırmış göründü. “Of be, ne güzeldir oralar, iyi geziyordur.”

“Evet evet, öyle yapıyor zaten.” Derin anlamaz gözlerle baktı.

“Ev arkadaşı Semih’in. Bizim Ahmetlerin kulüpten arkadaşı.”

Derin “Ha tamam, o Mustafa...” diye hatırladığını belirtti. Bir an bu sohbet Semih’e tekrar evi hatırlattı ve yağmuru, ve evi.  

Kızlar tabaklarını bitirdiler, Semih zaten bitirmiş, sigara eşliğinde devam ediyordu sohbete. Biraz daha oturdular. Semih’in kalkası yoktu, hele de hala brandaya vuran yağmur seslerini duyarken. Ama bu durum da tuhaf geliyordu. Kızları pek tanımıyordu ve Derin’in kalkmak istediği hafif kıpırdanmalarından belli oluyordu. Zeynep’inse ne sustuğu vardı ne ayaklandığı. En son, Semih dayanamadı, ayağa kalktı. “Kalkalım yavaştan.” dedi. Derin de onu görünce kalktı geç oldu zaten diye geveleyerek. Kasaya gidip hesabı ödediler, o sırada da Zeynep sordu: “Sen nereye gideceksin buradan? Bir planın var mı?” Semih duraksadı. Cüzdanını ceketine koyarken düşündü. Elbette yoktu ama Zeynep’e vermeye değer bir akşam mıydı bu akşam? Ortalık hafiften kararmıştı. Birazdan tamamen kararacak ve eve dönmesi gerekecekti. Şu an bu soruya evet demek büyük ihtimalle bütün akşamının gitmesi demekti. Hayır demek istedi, normalde de öyle yapardı. Fakat aklına yağmur geldi. Yağmur. Eve dönmek istemedi. Büyük ihtimalle bir para ve vakit kaybı olacaktı ve Zeynep’le de hiç sarmayacak yavan bir geyik yapacaklardı. Yine de “Boşum, bir planım yok.” diye cevap verdi Semih. Zeynep sevindi, çok değil, ama Semih o sevinci gördüğüne emindi. “Bir yerlere oturalım mı beraber?” 

‘Beraber’ kelimesini duyunca baktı Derin. Bu plana o da dahil gibiydi. O da kalkmak istiyor gibiydi. Semih bir anlığına ‘Evet’ demesini istedi, Derin’le tanışabilme fırsatı istedi. O an, Zeynep’in sığ tavırlarındansa Derin daha ilgi çekici geliyordu. Ama Derin pek oralı değildi. “Benim dönmem gerek, bu akşam ödevim var, bir de dersim dokuzda yarın.” Zeynep naz yaptı “Aman, iki ders değil mi? Zaten çok oturmayacağız. Oturuverirsin azıcık.” Derin’le bakıştılar. Pek zorlanmak istemiyordu bu işe. Tekrar özür dileyerek “Yok, maalesef gitmem lazım, siz ikiniz oturun. Zaten bayağı yorgunum.” dedi. “İyi, peki madem.” diye cevap verdi Zeynep, daha fazla üstelemeden. “Gelsen güzel olurdu ama sen bilirsin.” Semih de Derin’le vedalaştı. Derin güldü tokalaşırken “Artık başka sefere, zaten tiyatrolarda karşılaşıyoruz.” Semih utandı bir anda, hatırlamaması gerekiyordu onu. Geveledi gülerek. Derin’in gülümsemesi büyüdü ve dudağının kenarında hafif bir kıvrılma oldu. Zeynep’le de “Yarın derste görüşürüz Zeynep.” diyerek vedalaştıktan sonra elinde poşetleriyle ayrıldı yanlarından. Tamam, adı gerçekten Zeynep’miş, diye düşündü Semih.

İkisi kaldılar pilavcının önünde. Semih şemsiyesini çıkaracaktı ki Zeynep şemsiyesini açtı. Başıyla gelmesini işaret etti. Beraber yürürken şemsiyenin altında, Zeynep sordu “Ee, nereye şimdi?”

Semih omuz silkti. “Sen teklif ettin, sen götür.” Sonra da ekledi: “Zaten bana fark etmez.”

“O zaman şu aralarda bir yerde çok güzel bir pub var bildiğim, seni oraya götüreceğim. Çok beğeneceksin.” Semih güldü, “Belli olmaz.” Zeynep de güldü “Tamam, beğenmezsen hesabın benden.”


***

Teşekkürler okuduğunuz için, her türlü eleştiriyi dört gözle bekliyorum. Keyifli günler...