Perdeyi biraz aralayabilir miyiz doktor?”

“Böyle daha iyi değil mi Fatma?”

“Havai fişekleri görebilmek istiyordum. Seslerini duyuyorum ama göremiyorum. Çok severim ben onları seyretmeyi biliyor musun?"

“Öyle mi?“

Küçük Fatma başıyla onay verdi. Tüm gün bahçede koşup oynamış ve yorulmuştu. Üstelik başhekim onlara temizliğin önemine dair kısa ama etkili bir konuşma gerçekleştirdiği için de oyundan sonra bahçeyi bir güzel temizlemişlerdi. Annesi ve babası onu apar topar bu hastahaneye bıraktığından beri buradaydı. İlginç bir durumdu bu çünkü herhangi bir hastalığı varmış gibi hissetmiyordu. Sadece bazen küçük kalbi göğsünde hızlı hızlı çarpıyordu ama o kadar da önemli değildi bu. Arada bir elini, kolunu ve bacaklarını hafifce yokluyor ama herhangi bir acı hissetmiyordu. Doktorlara ve her telefonda konuşmalarında annesine neden burada olduğunu sorsa da aldığı cevap değişmezdi.

“Senin için en uygun ve güzel yerdesin.”

“Ama hasta değilim!”

“…”

Nasıl hasta olunduğunun gayet ayırdındaydı Fatma. Hemen yanındaki yatakta yatan Nur daha hastaydı mesela. Kulaklarının üzerine doğru kafasının her iki tarafı da allı beyazlı sargılar içindeydi. Üst bedeni bir çeşit bezle kaplı haldeydi. Yanı başındaki serum her an tık tık sesiyle akmaya devam ederdi. Hemşireler günün belli saatlerinde onu ziyaret eder, rengarenk ilaçlar içirirdi. Niçin bu halde olduğunu öğrenememişti çünkü Nur sorduğu tüm soruları cevapsız bırakırdı. Tuhaf çocuktu şu kız. Fatma da dahil kimseyle konuşmazdı. Sabahları tüm çocuklar bahçeye iner ve oyunlar oynardı ama o yatağından hiç çıkmaz öylece duvarı izlerdi. Canı acıdığı için miydi emin değildi. Yaşı Fatmadan biraz daha büyüktü. Fatma onu seyreder konuşması için elinden geleni yapardı.Kendisinden, ailesininin yakın zamanda gelip onu alacaklarından sohbete başlar, neden hastahanede olduğunu anlamadığından, gayet sağlıklı olduğundan yakınarak devam ederdi. Kendisini duyabildiğinden emindi çünkü doktor ne zaman adını seslense bakar, konuşmasa da gözleriyle bir çeşit iletişim kurardı. Yine de Fatma'nın nafile çabası hiç bitmez, o gün diğer çocuklarla neler yaptılarsa bir bir ona anlatırdı. Bir gün karşılıklı sohbet edebileceklerinin umuduyla hiçbir ayrıntıyı atlamaz, dışarı çıkıp göremese de tüm çocuklardan ona da bahsederdi. Gün içerisinde dışarıya çıktığında, zaman zaman oynadığı oyuna ara verip Nur'u ziyaret eder iyi olup olmadığını kontrol ederdi.

Yemek yediği de çok nadirdi. Ellerini rahatca kullanabildiği halde, birisi ona yardım etmedikce tepsi önünde öylece kalırdı. Yemek yememesi Fatma'yı çokça endişelendirdiği bir gün hemşireye gidip Nur'u şikayet etmişti. Karşılığında tatlı bir tebessüm ve ilginç bir bilgi almıştı. Her gün gelip Nur'un koluna taktıkları serum kendisini besliyor ve az miktarda yemek yese bile onu ayakta tutmaya yetiyordu. Bu bilgi içini rahatlatsa da bir gözü hep onun yemek tepsisindeydi. Sair günlerden fazla yediği zaman çocuksu bir sevinç ve rahatlama yaşardı.

Ama cuma günleri çocuklara verilen ve Fatma'nın bayıldığı çikolatalara Nur elini bile sürmez yeme talebinde de bulunmazdı. Anlaşılamayan bir boşluğu ve ilgisizliği vardı gözlerinin. Onun yerine Fatma çikolataları alır, Nur'un yemek isteyeceğine inandığı güne kadar saklamak için yastığının altına koyardı.

“Merak etme. Onları buradan Halid ve Ali bile alamaz. Senin için saklayacağım.”

Verdiği söz buydu ve nitekim tutuyordu da. İşin sırrı böyle bir hazinenin varlığından kimseye bahsetmemekteydi. Yastığın altındaki sırrı keşfeden kimse olmamıştı şimdiye kadar.

Bir hemşire dışında.

Hatice hemşireyi bütün çocuklar gibi Fatma da çok severdi. Nur için çikolataları sakladığını öğrendiğinde Fatma'nın tombul yanaklarını sıkmış ve kocaman bir sarılma hediye etmişti.

“Sen çok iyi bir arkadaşşın.“ demişti.

“İyi bir arkadaş mıyım gerçekten? Ama o benimle hiç konuşmuyor ki.”

Sesi hafif ağlamaklıydı. O gün Nur'un ailesinin tamamının öldüğünü öğrendi. Hatice hemşirenin üstü kapalı anlattığı hikayeyi hemen kavramış ve o kelimeyi aklında tartmaya başlamıştı. “Ölüm.” Çok da yabancısı değildi bu kelimenin. İnsanlara acı verdiğini bilirdi en çok. Minik zihninde pek bir yere konumlayamasa da anlardı.

Zeki kızdı Fatma. Merhametliydi. Hayallere sahipti. Oyunlar oynamak en hoşlandığı şeydi. Anne ve babası onu bu hastahaneye bırakmadan önce yaşadığı bir evi de vardı. Her sabah kalkar, ilk iş olarak dışarıda gizlice beslediği kedilerinin yanına koşardı. Çoğu zaman yedirecek bir şey bulamasa da, minik kediler sadece Fatma'nın varlığından da oldukça memnun olurlardı. Bir sabah kalktığında birisinin eksikliğini görünce öğrenmişti “ölümün” ne anlama geldiğini. Yaşadığı coğrafyada şanslı bir öğrenme biçimiydi bu belki de.

Ailesinin telaşlı hareketleri işte bu zamana tesadüf etmekteydi. Fatma yattıktan sonra da içerinin ışıkları açık kalmaya devam eder, aralık kapıdan anne babasının fısıltılı konuşmalarını duyardı. Gece babasının usulca kulağına fısıldadığı dualar ninni gibi gelip, mışıl mışıl uyumasını sağlasa da ters giden bir şeylerin olduğunu hissederdi. Nihayetinde, uyandığı bir ekim sabahında hızlıca küçük bir valiz hazırlanmış apar topar buaraya getirilmişti.

Neden bilmiyordu ama bu hastahanedeydi işte. Fena da bir yer değildi gerçi. Pek çok arkadaş edinmiş bazı geceler uykusundan uyandırsa da havai fişek seslerini dinleyerek uyumuştu. Bir de Nur vardı tabii. Hiç konuşmayan en yakın arkadaşı. O iyileşmeden buradan gitmek istemiyordu. Kendisinden dinlemek istediği o kadar çok şey vardı ki.

O gün, tüm bahçeyi iyice temizledikleri o günün gecesinde Fatma artık havai fişekleri görebilmek istiyordu. Hem Nur'un da çok hoşlanacağından emindi. Perdeyi açma talebi tam da bundandı.

“Bu gece havai fişek olacağını sanmıyorum Fatma.” Dedi doktor

“Ama her gece oluyor. Eminim bu gece de olacaktır.”

“Olsa bile göremezsin küçüğüm. Pencerenin hemen önündeki elma ağacı gökyüzünü kapatıyor.” Dedi doktor ve usulca odadan çıktı. Bir süre susukun kalan Fatma, Nur'a döndü.

“Görmeyi istiyordum. Çok büyük olmalılar değil mi? Renkleri nasıldır acaba? Eminim tüm göğü kaplıyordur!”

Sesi heyecan ve coşku doluydu. Ardından biraz öne doğru eğildi.

Fısıldıyordu.

“Rüyamda hastahanenin çatısından izliyordum biliyor musun? Gizlice yukarıya kadar tırmanmıştım. Öyle güzeldi ki. Sen de yanımdaydın. Bir gün sen iyileştiğinde bu şehirden çıkıp, Zeytindağı tepesinden izleyeceğiz.”

Söylediklerinden oldukça emin hülyalara daldı.

Aynı heyecanı muhatabının da yüzünde görme isteğiyle baktığında tuhaf bir şey yaşandı.

Nur, gözlerini Fatma'ya çevirdi.

Günlerdir çabaladığı iletişim, Nur'un gözlerindeki ilginç ifadedeydi.

Anlam çıkarabilseydi, Fatma o gözlerdeki acımayı görebilirdi.

“Aptal.” Diyen cılız, titrek bir ses duyuldu. Fatma, konuşmuş olmasının şaşkınlığıyla Nur'a bakarken o devam etti. Zaten Nur'dan duyup duyabileceği son şey de bu kelimelerdi.

“Onlar havai fişek değil.”

Neyi kastettiğini sorabilmeyi çok isterdi. Eğer gözlerinden akan yaşları görmeseydi, seslerin anlamını öğrenebilmek isterdi. Bir histi Fatmadaki. Minik yüreğinde atan umutsuz bir his. Soru da soramadı, hayalini kurduğu bu iletişim tanesi için konuşmaya da devam edemedi. Kuruyan boğazını yumuşatmak için yutkunurken, Nur'un gözünden inci gibi akan yaşları seyretti. Sarılmak isterdi ama yalnızca seyretti.

Seyretti.

Sessizce ve usulca.


Fatma'nın hayallerini kurduğu havai fişek o gece hastahanenin tam göbeğine düştü. Bu kez onu uyandırmadı. Yatağından fırlayıp heyecanla gökyüzüne bakmasını sağlamadı. Sandığı gibi rengarenk de değildi üstelik.

Yakıcı bir kırmızıydı.

Henüz o sabah temizlediği otları yakan, geceleri sıkı sıkı kapattıkları perdeleri yakan, gökyüzünü kapatan elma ağacını, yaşamın baharındaki taze fidanları yakan bir kırmızı.


Ardında uğursuz, lanetli bir grilik bırakarak, yerküreyi devasa bir hiddetle sallarken,


Fatma uyanamadı.