HAYAL 


...

Çok uzun zaman önceydi. Tam şu dut ağacının altında yılan sokmuştu ayak baş parmağımdan. Lastik ayakkabımın yırtık ucundan fırlayan baş parmağımdan...

O zamanlar çiçek toplar, kuş kovalar, yaban arısı kovanlarına çomak sokar, yılanları dürterdim. Uzun ve imkansız hayallere dalardım. Çocuktum, kim anlatabilirdi ki o hayallerin gerçek olmayacağını? Bir çocuğu asla hayallerinden vazgeçmeye ikna edemezsin. İkna da olmadım. Meselâ bir gün Kaf Dağı'nın ardındaki sarayıma gitmek için düşmüştüm yola. Sabahın köründen kuşluk vaktine kadar yürümüştüm ama varamamıştım bir türlü sarayıma. Yorulunca bir ardıç ağacının altına oturmuş, neden vezirimin altın gagalı kartalımı yollayıp beni buradan aldırmadığını düşünüp sinirden ardıç dallarını yolmuştum. O ruh hâliyle uyumuşum. Gecenin bir yarısı cırcır böceklerinin ve adımı haykıran babamın sesiyle uyanmıştım uykudan. "Yusuuuff!"

Tekrar gözlerimi açtığımda, yatağımda ve baş ucumda annemin korkmuş ve üzgün bakışları altındaydım. "Oğlum neden böyle şeyler yapıyorsun? Nasıl gittin bu yırtık lastikle ta Kurban Yaylası'na? Kurban olduğum yapma böyle şeyler." Annemin bu sözleri beni hayallerimden vazgeçirmedi elbette ama sınırlarını daralttım biraz hayallerimin. 

Ben okumayı çok geç öğrendim biliyor musun? Çünkü hep okuldan kaçıp Şahmaran'ı aramaya çıkıyor, altın gagalı kartalıma binip dağların en yüksek yerlerinde yeni çeşmeler açıp billur sesli bülbülleri suluyor, onlarla şarkılar söylüyordum. 

Evet o bahardı. Parmağıma yılan soktuğu bahar. Okuldayken pencereden dışarıyı izliyordum. Birden zümrüt rengi bülbüllerimden biri olan Şima pencerenin kenarına konup "Efendim Şahmaran'ın yerini bulduk. Kuru Dere'nin kenarındaki ulu dutun altındaymış yuvası." dedi.

Öğretmenimin ve arkadaşlarımın şaşkın bakışları arasında koşarak çıktım sınıftan. Öğretmenimin arkamdan sesinin tüm gücüyle adımı haykırmasına aldırış etmeden Kuru Dere'ye doğru koştum ayaklarımı kıçıma vura vura. Ulu dut ağacının altına geldiğimde küçük kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Şişen dalağımın ağrısı iki büklüm etmişti beni. Biraz dinlenmek için ağacın altındaki otların üstüne oturdum. Nefes nefese dinlenmeye çalışırken önce bir tıslama ardından da yırtık lastik ayakkabımdan fırlamış olan ayak baş parmağımda bir acı duydum. Tiz bir çığlık ve ardından dayanılmaz bir acı...

Bahçesi dut ağacına yakın olan komşumuz Tahir amca sesimi duymuş ve beni kucaklayıp eve kadar getirmişti. Şimdi tam olarak neyden yapıldığını hatırlamadığım bir macunu yılanın soktuğu yere süren Derman Nine dediğimiz Hacer Nine, "Ee bulabildin mı Şahmaran'ı?" diye alaycı ama sevimli bir ifadeyle sorduğunda, "Evet buldum ama ben onu yakalamayayım diye askerlerinden birini yollayıp saldırttı bana." diyerek cevap vermiş ve elbette babamın, "Adam olmaz bu!" diyerek patlattığı tokadı da yemiştim. 

İşte böyle kızım. Bizim uğruna dayaklar yediğimiz hayallerimiz, türlü tehlikeler atlattığımız oyunlarımız vardı. O baharın yazından sonra bir güz vakti babam ve annem topladı pılımızı pırtımızı, büyük şehre taşındık. Sarayımı, bülbüllerimi ve altın gagalı kartalımı ve en önemlisi de Şahmaran'ı yani bütün hayallerimi ardımda bırakmış, büyük şehirde bir gecekonduda kendimi büyümenin durdurulamayan hızına bırakmıştım. Kuracak hayal de kalmayınca okumaya verdim kendimi. Yılın en iyi romanı ödülünü aldığımda yirmi beş yaşında, hayallerini beyaz sayfalarda insanlara satan ünlü bir yazar olmuştum artık. 

Hadi halk biraz dut toplayalım Hayal kızım.