Ablasının elinden tutmuş heyecanlı adımlarla panayır yerine doğru yürüyordu Gülçiçek. Açık bıraktığı kıvırcık sarı saçları beline kadar geliyor, onları alabildiğine savuruyordu. En sevdiği kırmızı elbisesinin altına kırmızı rugan ayakkabılarını giymişti. Keyfi yerindeydi. Ablası çok heyecanlandırmıştı onu. Dediğine göre kocaman dönen salıncaklar, çarpışan arabalar, oyuncak satan bir sürü küçük tezgah vardı. Ama Gülçiçek en çok bilet aldıkları gösteriyi merak ediyordu.
Baharın gelişini kutlamak için panayır yerine kurulan festival alanına doğru gidiyorlardı. Gülçiçek’in çok seveceğini düşündüğü bir gösteriye bilet almıştı Deniz. Küçük kardeşinin heyecan dolu gözlerine bakmaktan daha büyük bir mutluluk yoktu onun için. Gülçiçek’i mutlu görsündü de gerisi ne olursa olsundu. Üzüldüğünü görmekten de aynı oranda nefret ederdi, onu üzen her şeyi dünyadan silmek gelirdi içinden.
Deniz yetişkin bir kadındı. Aralarındaki yaş farkına rağmen birbirlerinden hiç ayrılmazlardı abla kardeş. Her yere birlikte gider, her şeye birlikte güler, her hatayı birlikte yaparlardı. Gülçiçek Deniz’in ayrılmaz bir parçasıydı. Ondan bir dakika bile ayrı kalsa kendini dünyadan soyutlanmış, yapayalnız, etrafındaki herkesten nefret eder halde bulurdu. Durum Gülçiçek için de böyleydi. Kendisi tam anlamıyla farkında olmasa da, Deniz’in gösterdiği yol olmasa kaybolurdu küçük kız. Ablasından ayrı kaldığı an başına muhakkak bir işler gelir, abla diye ağlardı. Deniz de hemen imdadına yetişir, işleri onun için yoluna koyardı. Her şeyden korur kollardı onu ablası. Dünyanın bütün pisliği Deniz’in süzgecine takılır, Gülçiçek’in üzerine sadece pembe kısımları yağardı.
Panayır yeri çok kalabalıktı. Herkes ikişer kişiydi: Her büyüğün yanında bir küçük, her küçüğün yanında bir büyük insan vardı. Tıpkı Gülçiçek ve ablası gibi. Gülçiçek tüm saflığıyla hiç çekinmeden karşılaştığı bütün küçüklere selam veriyor, arkadaşlık kurmaya çalışıyordu. Ama her ikili onlar gibi değildi. Kimi küçükler çok çekingendi, yaklaşmak zordu. Kimi büyükler küçüklerini bastırmış, söz hakkı vermiyordu. Kimi küçükler, sorumsuz büyüklerinden ayrılmış başıboş dolaşıyordu ortalıkta. Kimi büyükler küçüklerini fazla şımartmış, onların bencilliğine ve diğer küçüklere kötü davranmasına ön ayak oluyordu. Kimi küçükler ise kendiliklerinden kötüydü. En kötüsü de buydu: Doğuştan kötü küçükler.
Deniz için önemli olan sadece Gülçiçek’in mutluluğuydu. Gülçiçek ise her küçüğü kendi gibi masum, her büyüğü Deniz gibi iyi sanıyordu. Deniz bundan memnundu: nasılsa kendisi gerçeği biliyordu ve onu her zaman koruyacaktı. Gülçiçek’in pembe dünyası başka renklerle bulansın istemiyordu.
Gösteri saati geldiğinde ablasıyla büyük çadıra girdi Gülçiçek. Girdiği anda ışıklar, müzikler, renkli balonlar ve daha bir sürü şey küçük kızın başını döndürmüştü. Salon çok kalabalıktı. Bir sürü çocuk bir sürü yeni arkadaş demekti. Küçük kalbinin atışını tüm bedeninde hissediyor, heyecandan titriyordu. Arkasından sarılan ablasının şefkatli kollarıyla sakinleşti. Huzur ve güvenle doldu yeniden. Oturacak bir yer buldular. Gösteri başlıyordu.
Dansçılar koşarak sahneye çıktılar. Müziğin sesi yükseldi. Gülçiçek yerinde duramıyordu. Küçük bir dans gösterisinden sonra dansçılar bazı çocukları sahneye alıp oyuna dahil ettiler. Gülçiçek de bunlardan biri oldu. Öyle yakışmıştı ki sahneye, Deniz izlerken neredeyse ağlayacaktı. Gülçiçek şen kahkahalar atıyor, bütün oyunlarda kendini bir şekilde gösteriyordu. Sanki bunu defalarca yapmış, dansçılarla birçok kez prova almış gibi rahattı sahnede. Deniz Gülçiçek’i hiç bu kadar mutlu görmemişti.
Ne yazık ki her güzel şeyin bir sonu vardı. Gösteri bitmiş, seyirciler dağılmıştı. Güzel bir günün sonunda evlerine doğru ilerlemenin huzuru vardı Deniz’in içinde. Ancak Gülçiçek birden durdu:
“Hayır, gitmek istemiyorum.”
“Ne yapalım peki?”
“Çadıra girelim.”
“Ama gösteri bitti,” dedi Deniz üzüntüyle.
“Hayır, bitmedi. Dönelim.”
Deniz ne dediyse ikna edemedi kardeşini. Küçük kız öylesine büyük bir mutluluk yaşamıştı ki, ondan uzaklaşmayı kabullenemiyor, var gücüyle direniyordu. Deniz bunu hesap edememişti işte: Çok büyük mutluluklar çok büyük kayıpları beraberinde getirirdi. Bu doğruydu. Ama ne yapabilirdi ki? Büyük kayıplar yaşamamak uğruna büyük mutlulukları reddetmek mi gerekiyordu? Mecbur geri döndüler. Hava kararmış, çadırın kapısı çoktan kilitlenmişti.
Kapının kilitli olması bile Gülçiçek’i vazgeçiremedi. Deniz bir sonraki gösteriye bilet almakta buldu çareyi. Ertesi günkü gösteri için bile olsa biletlerle avutabilirdi onu. Ancak ne yazık ki gişeye gittiğinde girdikleri gösterinin son gösteri olduğunu öğrendi.
Gülçiçek’e durumu açıklamaya çalışsa da küçük kız dinlemiyor, ısrarla içeri girmek istediğini söylüyordu. Ağlıyor, bağırıyor, ortalığı birbirine katıyordu. Deniz tatlı dille ikna etmeye çalışıyor olmuyor, biraz daha sert çıkıyor olmuyor, kendisi de ağlıyor yine olmuyordu. Gülçiçek gösterinin bittiğini bir türlü kabul etmek istemiyordu. Üzüntüden perişan olmuştu küçük kız. “Çok güzeldi abla, çok güzeldi,” diyerek içli içli ağlıyor, Deniz’se çaresizlikten kahroluyordu.
Çadırın kapısında günlerce kaldılar. Bu süre zarfında ikisi de bir lokma bir şey yememiş, hiç uyumamışlardı. Hallerini görenler durumu öğrenince Gülçiçek’i ikna etmeye çabalıyordu. Hepsine nefret dolu gözlerle bakıyordu Gülçiçek. Nasıl söylerlerdi gösterinin bittiğini bu kötü kalpli pis insanlar! Bitmemişti işte. İçeride onu bekliyordu dansçılar. Şu kilidi bir aşabilse yeniden sahneye alacaklardı onu ve yeniden başlayacaktı her şey…
Üçüncü günün sonunda bir görevliyi çadırın kapısını açması için zor bela ikna etti Deniz. Görevlinin, “Olur abla, biraz bekleyin, anahtarları alıp geleyim,” dediğini duyan Gülçiçek öyle heyecanlandı ki, solgun yüzüne bir anda can geldi. İşte sonunda açılacaktı kapı. Her şey eskisi gibi olacaktı. Eskisi kadar… hayır, eskisinden daha çok mutlu olacaktı bu sefer. Kapı yavaşça açıldı. Onu Deniz bile kurtaramazdı artık…
Soğuk ve karanlık çadırın kapısından içeri bir adımını attı Gülçiçek. Bir an için donup kaldı. Hiçbir şeye anlam veremiyordu. Herkes nereye gitmişti? Işıkları kim kapatmıştı? Dışarıdan bile daha soğuktu sanki burası. Gülçiçek’in içi titredi. Dolu gözlerle boş sahneye daldı bakışları. Hareket edemiyordu. Öylece baktı kaldı küçük kız. Bomboştu çadır. Öyle bir boşluktu ki bu, Gülçiçek bu boşluğu bir daha hiçbir şeyle dolduramayacağını sandı.
Deniz ona baktığında dünden daha büyük bir kız görüyordu şimdi. Kalbinin ezildiğini hissetti. İstiyordu ki Gülçiçek hep küçük kalsın, hiç büyümesin. Ne yaptıysa olmamıştı: İnsanı kendi hayallerinden kim koruyabilir? Kırık cam parçaları gibi dağılır hayaller. Keskin ve görünmezlerdir. Ne kadar dikkat de etsen yine kanar bir yerlerin. Gülçiçek de kendi hayallerinden nasibini almıştı.
Ağlamıyordu artık Gülçiçek. Onu bırakıp gitmişlerdi. Bir daha hiç dansçılar sahneye çıkarmayacaklardı onu. Bir daha hiç o kadar gülmeyecek, o kadar mutlu olmayacaktı. Boş bir çadır kalmıştı her şeyden geriye. Ateşler içinde yanıyordu minik bedeni. Ablasının onu kucaklamasına izin verdi ve omzunda huzursuz bir uykuya daldı. Artık her şey bitmişti.
Deniz yorgun kalbini kucağına alıp ağır adımlarla evine doğru yürüdü.