O, bir Gregor Samsa dahi değildi. Kederli bir geçmişten gelen, aciz, zavallı bir hayaletti sadece. Oysa ne kadar çok istemişti birilerinin ona tiksinerek dahi olsa bakmasını, onu fark etmesini. Ancak bu istek artık onun için çok çılgın bir fanteziden başka bir şey değildi.


Sabah ışıkları Adem Bey'in yatak odasının içine süzülürken başladı saatin alarmı çalmaya. Uyumuyordu Adem Bey ancak uyanık da değildi. Normalde saatin çalmasıyla yataktan kalkması arasında birkaç yelkovan hareketi fark olurdu. Ancak bu sabah yaşlı gözleri, sarımtırak - gri karışımı halelerin dalgalandığı tavana çakılı kalmıştı. En sonunda alarm kendiliğinden sustu. Ama Adem Bey hala doğrulmamıştı yatağından. Tanrı onu bu halde görse ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlamazdı. Düşünüyor muydu? Evet diyemem, gözlerinde hiçbir parıltı ya da buğu yoktu. Ölmüş müydü? Hayır, hayır bu kesinlikle olamaz. Her defasında sönüp şişen akciğerlerini görebiliyordum. Neydi Adem Bey’i böyle yatağa çivileyen derin keder? Ya da daha doğrusu, neden bugündü? Ya da artık bu soruların bir önemi var mıydı?


Bir süre sonra ağır aksak doğruldu yatağından, terliklerine şöyle bir göz ucuyla bakıp giydi. Yavaşça banyoya gitti yaşlı adam.Bir müddet aynada yaşlı, lekeler ve kırışıklarla dolu yüzüne baktı. Sonra çeşmeyi açtı ve lavabodaki kalıp sabunla ellerini ovuşturmaya başladı musluk altında. Epey köpürdü elleri ancak ikna olmamış gibiydi. Daha sert, daha kuvvetli ovuşturmaya başladı. Birkaç dakika kadar çitiledi parmaklarını, parmak aralarını, avuç içini sabunla, sonra da yüzünü. Lavabonun kıyısına bıraktı sabunu. İşini bitirdikten sonra lavabonun yanındaki havlulukta duran el havlusunu alıp kuruladı ellerini ve yüzünü. Sonra sertçe savurdu attı havluyu havluluğa. Sabun, üstünden geçen havlunun rüzgarına kapılıp zemine, kapı eşiğine düştü bulunduğu kıyıdan. Adem Bey, hayatın her zaman ona yaptığı gibi yaptı, sabunu görmezden gelip lavabo kapısını yavaşça kapattı.


Oldu olası çay içmeyi çok sevmişti Adem Bey, ancak son birkaç yıldır çayına şeker atabilecek kadar sağlıklı değildi. Şeker olmayınca çayı da bırakmıştı. Yaşlılar iyi koku alamaz derler ama Ahmet Bey bugün mutfakta yeni demlenmiş taze çayın kokusunu alabiliyordu. Hemen üstünü değiştirdi, anahtarlarını cebine atıp bakkala gitti. Küçük bir kutu çay ve az toz şekerle geri döndü. Montunu askılığa astı ve mutfağa girdi, kocaman bir demlik çay demledi kendine. Yanına kahvaltılık hiçbir şey çıkarmadı. İlaçların canı cehennemeydi. İnce belli bardağına demli bir çay doldurdu. Çay bardakta o kadar berrak görünüyordu ki manzara, Adem Bey için son yıllarında karşılaştığı en canlı şeydi. Koltuğuna geçmeyi bekleyemeden hafif bir tebessümle yudumladı çayını, sonra koltuğun yanındaki sehpaya bırakıverdi yavaşça, incitmeden. Hemen yanı başındaki raflara bakınmaya başladı yakın gözlüğünü takıp. Kısa bir araştırmanın ardından aradığı kitabın göz hizasında olduğunu anladı. Nazikçe çekti raftan onu. Üst kısmındaki tozları şöyle eliyle bir silkeledi. Sonra sayfalarını karıştırmaya başladı işaretlediği bir bölümü aramak için. Yaşlılık ondan çok şey almış olabilirdi ancak hafızası hala pek güçlüydü. Bölümlere baktıkça aradığının yakınlarda olduğunu hissedebiliyordu. Araştırmasına devam ederken koltuğa oturdu vebüyük bir yudum daha aldı çayından. O anda buldu aradığını: ‘’Büyük Engizisyoncu!’’ Okudu, defalarca okudu, çayı bitti, doldurdu, yine okudu. Kaç bardak çay içmişti? Kaç kez okumuştu? Tüm bunların ne önemi vardı? Sadece okudu yaşlı adam, kendinden geçmişçesine.


Çayı bitince kitabı eski yerine, rafa geri bıraktı. Parka gitmeye karar verdi aniden. Damarlarında dolaşan rafine edilmiş şekerin bu kararda büyük birpayı olmalıydı. Sıkıca giyindi; ilk önce montu, sonra tam yirmiyıldır kullandığı atkısı, daha sonra da botları. Yavaş ve emin adımlarla yürüdü karla kaplı kaldırımlarda. Bir markete girip bir paket sigara ve çakmak aldı. Devam etti yoluna ağır ağır. On beş yirmi dakikalık bir yürüyüşün ardından parkın girişine vardı. Birkaç saniyelik tereddütten sonra donmuş merdivenlerden inmeye karar verdi. Tırabzanlara tutunarak adımlamaya başladı. Park, bembeyaz bir örtünün altına gizlenmiş, bir üst katmana da çocuklar yerleşmişti. Kahkahalar, gülüşmeler ve koşuşturma kendine getirmişti iyice Adem Bey’i. Karla kaplı bir banka oturup izlemeye koyuldu onları. Uzun uzun düşündü. Böyle bir mekanda o da her ihtiyarın yaptığını yapmalıydı; çocukluğunu anımsamaya çalıştı. Hafızası güçlüydü güçlü olmasına, ama çocukluğunu düşünmek bir hayaleti kovalamak gibi geliyordu ona. Yorucu, anlamsız ve anlaşılamaz. Derinden bir kederle kaplandı bütün vücudu, kalbi. Olup olmadığına bir türlü akıl erdiremediği ruhu. Bir sigara çıkardı cebinden, yağan kar hemen ıslatmasın diye eliyle iyice siper etti, yaktı ve derin bir nefes aldı. Yine intihar düşünceleriyle baş başa kalmıştı. Hayatı üzerinde en ufak bir kontrolü olmadığını düşünen Adem Bey için bu kabul edilemez biri durumdu. Öyle ya, ona göre intihar hayatın üzerinde son bir kontrol çabasından başka bir şey değildi. Bu düşünce onu o kadar çıldırtıyordu ki hayatta bir defa dahi olsa özne olmak, onun için dünyadaki en aşağılık şeyden belki bin, belki milyon kez daha aşağılıktı. ‘‘Hayır.’’ dedi derinden gelen ses. ‘’Bunu kabul edemem, bu hayatı meşru kılamam.’’

Kalktı banktan. Üşüyordu ama hissetmiyordu. Devam etti yürüyüşüne. Ölmek istemesine rağmen bir o kadar da temkinli yürüyordu. Başı sürekli aşağıda, gözleri bastığı ve basacağı yerleri kolaçan ediyordu. Bir kazaya kurban giden alelade biri, belki de bir şey olmak istemiyordu. Zihni sıkışıp kalmış gibiydi bu ikircikli durumun arasında. Ama aslında kararını çoktan vermişti. Şimdi sadece o kararı anlaması gerekiyordu, hepsi bu.


Eve vardı sonunda Adem Bey. Gün boyu yemek yememişti, yorgun ve bitkindi ancak içinde garip bir huzur duygusu dolaşıyor, hatta gözlerinden taşıyordu. Biraz nefeslenmek için oturdu koltuğuna. Sigara içerken sadece kararını anlamaya çalışıyordu. Birden gözlerindeki huzur kayboldu. Sigarasını yarıya gelmeden söndürdü. Kalktı ve lavaboya gitti. Kapıyı açtı. Bir müddet nemli zemin fayansında duran sabuna derin derin baktı, sanki onunla bir şeyler konuşur gibi. Yine sabahki ifade oluştu Adem Bey’in yüzünde; ne ölü, ne de diri. Sonra ağzından birkaç cümle döküldü mırıltıyla karışık: ‘’Ben kendimi öldürmüyorum, sen beni öldürmüyorsun, sadece ölünüyor.’’ Sakince yere eğildi, nazik bir hamleyle aldı sabunu ıslak zeminden ve yerine geri koydu. Sonra tekrar odaya gitti. Koltuğuna oturdu ve televizyonu açtı.