Sandalyesiyle arkasındaki pencereden dışarısını görecek şekilde sola doğru dönerek, sol dirseğini sandalyenin koluna dayayarak, hafifçe cama doğru uzanarak dışarıya bakar. Sırtında çantalarla yürüyen Ayça’yı görür ve izler. Köşeyi dönüp gözden kaybolana dek…

Her gün sabahın o saatinde aynı yoldan geçerken görür Ayça’yı. Sonra da kendisi için günlük rutin bir süreç başlar. Fakat bu günlük rutine başlamadan önce biraz müzik dinleme ihtiyacı duyar. Radyo frekansında 91.1 kanalını açar. Klasik Batı müziği dinlemek ve biraz kitap okumak için. Yeni bir kitaba başlamıştır. Khaled Hosseini’nin Uçurtma Avcısı adlı romanına… Kulaklarında, radyoda çalan klasik Batı müziği eserinin ezgileri, gözlerinde ve hayal dünyasında ise Uçurtma Avcısı romanının sayfalarında yazan, dünyanın bir başka yerinde, başka bir coğrafyada yaşamlarını sürdüren başka insanların hayatlarına dair yazılmış kelimeler, cümleler, paragraflar ve satırlar. Hayalinde ise klasik Batı müziği ve Uçurtma Avcısı’nın harmanlanmasıyla oluşan bambaşka bir dünya bir evren… Yine, içinde en yoğun haliyle hissettiği aynı duygular canlanmaya başlar…

Kitabı okumaya devam ediyordu. Okuyup geçtiği her bir sayfada başka bir dünyanın içinde olup bitenleri yaşıyor ve bu yaşayarak okuma hali kendisinin hem okuma eylemine hem de kitaplara daha çok bağlanmasını sağlıyordu. Kendisini buna yavaş yavaş günden güne alıştırmıştı aslında. Gittikçe daha da fazla bağlanıyordu kitaplara. Güneşin doğduğu her gün, günün her saati, içinde bulunduğu durumdan kaçmak, kendini huzurlu ve mutlu hissettiği kimi zaman da büyülü, mistik bir dünyanın içine sığınmak istediği her an, fiziki olarak odasında, masanın başında otursa da ruhen ve psikolojik olarak bu andan, bu odadan, odada içinde bulunduğu dünyadan kendisini soyutlamak ve satırlardaki dünyaların bir parçası haline gelmek… İşte bunu tüm ruhuyla, benliğiyle istiyordu. Hala içinde yaşadığı, kendisini saran hafif çatlak kabuğun uçurumdan aşağı olanca hızıyla yuvarlanarak sert zeminde paramparça olmasını, kabuklarının metrelerce uzağa savrulmasını istiyordu. O kabuktan çıkmak istiyordu. Ama kendisini psikolojik olarak saran ve adeta içine hapseden kabuğun önünde tonlarca ağırlığında kütle gibi duran bir taş vardı. Bu taş, onun uçurumun kenarına doğru yaklaşmasına ve sonrasında da olanca hızıyla uçurumdan aşağıya yuvarlanacak olmasına engel oluyordu. O taşı yerinden kıpırdatacak ya da Ömür’ün içine hapsolduğu kabuğun yönünü değiştirip o taşı geçmesine yardım edecek bir dış etkene, belki de kuvvetli bir rüzgâra ihtiyacı vardı.