“Hayat dediğin şey aslında öyle kısa ki.”

Her zaman bu cümleyi söyleriz, her zaman da bunu söyleyeceğiz. Ama bunu söylerken cümledeki gerçekliği anlayabiliyor muyuz ki? Keşke anlayıp da söyleyebilsek. Ama ne yazık ki biz insanlar normal yaşama, günlük alışkanlıklara, bu sürekliliğe o kadar alışıyoruz ki yaşamın değerini ayaklarımızın altına alıp çiğniyoruz. Sürekli yaşadığımız sıkıntıların, içinde bulunduğumuz kaygıların içine hapsoluyoruz. Sevdiklerimiz sanki sonsuza kadar bizimle kalacakmış gibi yaşıyoruz günlerimizi.

 Sonra bir gün bir felaket geliyor.

Gözlerini bir açmışsın, her şeyin ellerinden kayıp gitmiş. Ailen, evin, yuva dediğin, birlikte olduğunda kendini en sıcak hissettiren kişiler yok olup gitmiş. Ortada bir hiçlik, bir de tarif edilemez acı. Bunu yaşayana kadar anlayamıyoruz. Hatta bazen hayatın geçiciliğini düşünsek bile kısa bir süre sonra unutup gidiyoruz. Ama öyle ki biz bunları bir daha düşününceye kadar belki de hayatımız çoktan uçmuş gitmiş olacak.

Düşünmeliyiz, sürekli düşünmeliyiz. Yarın yokmuşçasına da değil, her an, her saniye hayatın elinden, sevdiklerin yanından alınabilirmiş gibi yaşamalısın. Biliyorum, bunları yapsak da o felaket gelip çattığında yaşayacağımız o korkunç his azalmayacak. Ama en azından arkamızda pişmanlıklar kalmayacak.

Yaşa güzel insan. sevdiklerinle yaşa. kendinle yaşa. Pişmanlıklarla değil, iyi ki yapmışımlarla yaşa. Sevdiklerinle yaşa. Çünkü anladık ki hayat çok kısa. Değerini her saniyede hatırlayıp bilmeliyiz.