Yatağımda oturmuş, ikindi saatlerinde, dışarıyı seyrediyordum. İkindi güneşinin yumuşak ışığı penceremden içeri yağıyordu. Yoldan geçen otomobiller, otobüsler ve insanlar ve diğer şeyler, sanki bir film izliyormuşum hissi uyandırarak gözlerimin önünden geçiyordu.


Bir 54Ç durakta bekleyenleri alıp yoluna devam etti. Ardından, bir 77Ç belirdi ve hızlı bir indi bindinin ardından uzaklaştı. Bir otomobil, sanki bana ayrılan sürenin sonuna geldik şeklinde fısıldar gibi, park ettiği yerden kalktı ve yerine başka bir araç park etti.

Bir motorsikletin gürültüsü kulakları tırmaladı. Sesi vardı ama görüntüsü girmedi kadrajıma. Bir kargo aracı, kargoları sahiplerine ulaştırmak telaşıyla(!) aceleyle geçti gitti.


Saniyeler dakikaları kovalıyor, ben ise hayat denen bu akışa dalmış, sanki hiçbir işim hatta hiçbir telaşım hatta hiçbir amacım yokmuş gibi hiçbir şey düşünmeden sadece seyrediyordum.


Rüzgarın sesinden başka bir şey duyulmazken, rüzgarda savrulan üç beş yaprak ve bir kedi dışında, sokakta kimsecikler yoktu. Derken, yeşil ama kollarında iki beyaz düz çizgi olan kısa kollu bir forma giymiş beyaz saçlı bir adam belirdi kaldırımda. Ardından, otobüsten inen birtakım insanlar görüldü, yorgun adımlarla mahalleye saçıldılar. Bu saçıntının ardından sağ omzundan sol kolunun altına doğru çantasını takmış bir kadın, karşı kaldırımdan bana doğru yaklaştı. Belki de iş yerinden yorgun argın çıkmış, eve yemek yapmaya gidiyordu. Ama bir yandan da telefonda dedikodu yapmayı ihmal etmiyordu.


Tüm bu hadiseler, Halıcıoğlu Mahallesi'nin sakin bir sokağında yaşanıyordu.


"Hayat" dedim kendi kendime. "İşte bu..."


Hayat...


Pencereden dışarıyı seyrederken, hayatın akışına kapılmıştım. Ben de bu akışın bir parçasıydım. Sıyırdım kendimi bu akışın içinden bir an ve sel gibi akmakta olan zamanı ve zamanın içinde sürüklenen ‘şey’leri seyrettim. Sonra benim de bu selin içinde öylece sürüklendiğimi hatırladım. Halbuki aslolan, bu hayat denen hikayenin her anının farkında olmak ve dolu dolu yaşamaktı.