9-10 yaşlarında bir çocuk, misket oynuyor kumdan bir tepenin üstünde. Atleti sarkmış tişörtünün içinden, altında bir şort, ayakları çıplak. ‘’Yahu çocuk, kumda nasıl yuvarlanıyor o misket?’’ Çocuk sorumu garipsedi ki bön bön bakıyor suratıma. Ben gidene kadar atmayacak da misketi. Namussuz. Devam ediyorum yoluma, ev burada bir yerde. O sırada müezzinin sesi çalınıyor kulağıma. Hayyalessalah diyor galiba. Felah da olabilir bilmiyorum. Ezanın okunduğunu o an fark ediyorum. Umarım evdedir diyorum içimden. Sonunda kafamın üzerinde görüyorum o yazıyı, Kurtuluş Apartmanı. Aşağıdan yukarıya doğru bakıyorum zillere. En üstte görüyorum adını, üstü biraz silinmiş. Zihnimde tamamlıyorum harfleri, Hayati Tekin. Var gücümle basıyorum zile. Ne fayda edecekse…


Perdeler hapsetmiş güneşi içine, duvarlara çivilenmiş gibi duruyor perdeler, bu evin kefenleri olmalılar. Bilmem ben kaç ev birikti bu şehrin damarlarında, elbette büyüdü penceremdeki coğrafya. Duvarımda bir saat görüyorum, bozulmuş, kadranında sallanıyor bir çocuk. Ve bir takvim biraz daha sağda. Cuma yazıyor seçebiliyorum, hangi yıldan, hangi aydan bilmiyorum. En son ne zaman bir yaprak kopardım, bilmiyorum. Ayağa kalkıyorum, arkası dönük bir fotoğraf var yerde. O sırada bir boşluktan mı nereden, bir ses çalınıyor kulağıma, Hayyalelfelah, haydi kurtuluşa? Daha kuvvetli bir ses daha, zil olmalı. Öyleyse bir kapı da olmalı gökyüzündeki bu mezarda. Fotoğrafa eğiliyorum önce. Ayak sesleri de geliyor merdivenlerden. Ne çabuk geldin buraya çocuk? Çeviriyorum fotoğrafın ön yüzünü. Tozla kaplanmış, şöyle bir sallıyorum elimde.


Kocaman bir adam, cebinden yuvarlak, büyük boncuklar çıkarıyor. ‘’Al şunları da biraz oyna çocuk, çok uzaklaşma, pencereden izliyorum seni.’’ Ne oynayacağımı bilmeden, atlıyorum kapıdaki ayakkabı yığınının üstünden. Yalın ayak iniyorum aşağıya. Evdeki kalabalıktan duyduğum sesleri tartıyorum kafamda. Ne olacak bu çocuğa? Yolun karşısındaki kum tepesinin üstüne oturuyorum. Boncukları bırakıyorum yere, biraz da ağırlar. Bir adam geliyor sokağın yukarısından, siyah tişörtlü, elinde bir kitap var. ‘’Yahu çocuk, kumda nasıl yuvarlanıyor o misket?’’ misket dediği bu boncuklar olmalı. Demek ki kumda yuvarlanmıyor bunlar diye düşünürken bizim zile basıyor adam. O sırada az önce bana bu misketleri veren adam, bayrağın asılı olduğu pencerenin üstünden sesleniyor bana: Gel buraya çocuk, son bir fotoğrafın olsun burada.