Gel zaman git zaman ben de alışmıştım ayrılıklara

giden zaten hiç burada olmamıştı

bir ayağı hep eşikte bir gözü hep yoldaydı

kimsecikler yok muydu

giderken bari olsun ardına bakacak

gidenler kavuşma sevinci sarılmaları bile

hep ayrılık vakitlerine saklamıştı


herkes giderken inat etti durdu birileri

meydanları soydular kalabalıklardan

derslikler, iş yerleri vardı ya

meskendi dediğimiz sokaklar tenhalaştı

herkes gitti inat etti birileri

onlar durdu gitmedi ama

gidenler değil en çok kalanlar yalnızlaştı


yalnızlık biriktikçe birikti kalanlarda

azgın sular gibi kabarıyor

aldırmıyor hayatın kıyısında duranlara

umut denizinde boğulan cesetler

bir bir vuruyor kendini şimdi

vuruyor yalnızca kalanlara


aynalarda bile karşılaşmamalı insan kendisiyle

müdavimi olduğu yalnızlıkların

aslında acemisi olduğunun farkına vardığında


hayretim kendimedir çünkü;

ne kadar yürümüşüm böyle nereye gittiğimi bilmeden

nereye gitmek istediğimi hiç sormadan kendime

ilk defa bir yalnızlık tercih ediyorum

herkesten hatta her şeyden uzakta

biliyorum

köpekler bile havlamaz bu yalnızlığıma

kediler sırnaşır anca


duru akan sular gidermemiş kirini hayatın

bulanık sularda bulmuşum aradığımı

sadelikli bir kadın sessizce seven

ama sessizliği sevmeyen

mektup yollamış beraber bulandığım sularla


beraber yürüdüğümüz sevdalı bir yokuş

Karaköy’le Taksim arasında

kavuşmayan iki yakalı bir kentteyiz ikimiz

yakası kavuşur yalnız biz kavuştuğumuzda


herkes suspus izlerken olanları

bir hayatı seçtik biz

sütlimanlara ağız dolusu sövüp

yalnız bizim dövüştüğümüz


benim harcım değilmiş kurmak

ben yıkmayı bilirmişim

ben kendi kendimin devleti

yine kendimin küçük burjuva anarşistiymişim


kendi kurduğum mahkemenin bile

yargıcı değil yalancı şahidiymişim

ne kadar inkâr edebilirmiş insan kendini

ben bu çağın adamı değilmişim


kendimi kendim için bu kadar heba etmek istemezdim

kendi eşeğimi rengarenk boyamışım bunca zaman

“artık ben de bir at sahibiyim” demişim…