"Hoş bir sabahtır bu… Kalk ey saki. Geceden kalan şarabı şişeye koy.

Bana bir kadeh sun ve şu anı ganimet bil. Zira yarın sen de bir kemerin tuğlası olacaksın."


Bana, "senin kanına kim girdi ?" derseniz, "Hayyam" derim. Babamın, varlık yayınları klasikler serisinden ömer Hayyam cep kitapçığı vardı. Ortaokuldaydım ve düzyazıyla çevrilmiş rubaileri anlamaya çalışıyordum. Ölüm var, toprağımızdan testi yapacaklar, şarap iç, mest ol, sorular var, yanıtlar yok diyen rubailerdi. Hayyam mutsuzdu ve içiyordu. Bunda bir sır vardı. Onu mutsuz eden bir sır! Ben de satır satır o sırrı arıyordum.


Fen bilgisi dersinde yaprak türleri dönem ödevimizdi. Boş zamanlarımda bahçelerde yaprak topluyor, elsi, iğne vb. sınıflandırıp dosya kağıdına yapıştırıyordum. Her yaprak benim için muhteşemdi. Doğa beni büyülüyordu. Anlamıyordum Hayyam'ı. Toprak olacağız diye üzülmesini anlamıyordum. Toprak muhteşemdi, hayat muhteşem.


Cem'de naptıklarını sormuştum babaanneme. Sır demişti. Sır varsa içki de vardır dedim. Üç yudum rakı alıyorduk, saki ibrikle dağıtıyordu demişti. Sır, Tanrı ve hayat üzerineymiş, kitaplar yazmazmış, yaşanarak öğrenilirmiş.


"Büyük sırrı öğrendim.” dedim Hasan dedeme. "Cennet ve cehennem yok gibi birşey ve bu insanları mutsuz ediyor" Şarap testisi yoktu ama çiçek saksıları vardı. “Çiçek saksısı olacağız galiba." dedim. Dedemle gülüştük. Çocuktum ve ölüm çok uzaktı.


"Bu yıldızlı gökler

Ne zaman başladı dönmeye

Kimse bilmez, kimse bilmez"


Üç Hayyam rubaisinden oluşan bu şarkı beni çok etkiler, gül renkli şaraptan içmiş gibi olurum. Bazen çocuk saflığıma geri götürür. Kanıma Hayyam girdi. O günlerden beri şarap ve ilahi aşk ile sırlı bir ilişkim var. İçmem, içmiş gibi olurum. Ölüm var, hiçlik, yokluk var derim. Var olmanın dayanılmaz hafifliğidir bu. Ve şu deyişi söylerim:


Ey zahit şaraba eyle ihtiram

Ehline helaldir, naehle haram