Dağınık yazmayı sevmem. Bana, her şeyin düzenli olması gerektiği öğretildi. Kompozisyon yazarken bile çok uğraştırıldım. Defalarca azar işittim: ''Üç cümleyle giriş mi olur?'', ''Örnekleri çoğalt. Bir bütünlük oluştur.'', ''Çarpıcı bir başlık bul.'', ''Her paragraf farklı bir düşünceyle başlamalı. Belki, örneğin, … vs. ile başlayamaz!'', ''Kip eklerini doğru kullan. Anlatım bozukluklarına dikkat et!''


Mükemmeliyetçi insanlar vardı etrafımda. Hâlâ hayatımdalar aslında. Ama büyüdükçe mükemmeliyetçi olmanın ne işe yaradığını sorguladım ister istemez. Artık etrafımızdaki şeyleri analiz edebilme yetisini kazanmıştık. Büyüklerimize sormak yerine onlardan öğrendiğimiz gibi analiz etmeye, araştırmaya başlamıştık. Yazarlar bile gelişigüzel, içlerinden geldiği gibi yazıyordu. Edebiyat bile yön değiştirmişti. Halk ağzına indirgenmiş, bütün özelliğini kaybetmişti neredeyse. Ben mükemmeliyetçi olsam ne olurdu ki? İnsanları değiştirebilir miydim, herkes onların yaptığının edebiyat olduğuna inandırırken kendini?


İnanç, büyük bir kavram. Değiştirmesi çok zor ve uzun bir süreç ister. Bunu pek umursadıklarını da sanmıyorum aslında. Düşünme yetilerini yitirmiş milyonlarca asalak insan var. Ortaya atılan herhangi bir fikre doğru-yanlış demeden takılıp gidiyorlar.

Teknoloji Tasarım öğretmenimin dediği gibi, ''Düzensizlik de bir düzendir.'' Ben de düzensizliği seçip rastgele yazacağım. Çünkü bana en iyi öğretilen şey, yazmaktı. İşittiğim azarlar boşa gitmemeliydi. Madem edebiyat özgür düşünceyi temsil ediyor, kafamın içindeki karmaşayı buraya özgürce dökelim.

 

Birden burnuma gelen biberon kokusu…

Her zaman geçmişe gitme meylimiz var. Ama bu genel olarak hayatımızın bir kısmını ele alır. O zaman diliminin ne ilerisine ne de gerisine gideriz. Çünkü o zaman diliminde daha huzurluyuzdur ve özlediğimiz çoğu şey oradadır. Ben biberonumu özledim. O sıcak süt kokusunu, ballı sütümü… Banyodan çıkıp televizyon başında biberonumla uyumayı özledim. Hiçbir şeyin farkında olmadığımız zaman dilimini yani. Hayal meyal hatırlanan, çoğu zaman hatırlanmayan kareleri özledim.

Ha bir de pembe bir ayım vardı. Şimdi nerede bilmiyorum ama onu da özledim, rüyamda gördüm!

Aileden ayrılınca kendinizi daha çok arıyorsunuz. Daha çok hayatla yüzleşmek zorunda kaldığınız için onlara daha çok ihtiyaç duyuyorsunuz. Bu sefer o ergenlik dönemlerinizi, eski sevgililerinizi değil; ailenizi, çocuk olmayı özlüyorsunuz.

Bir bakmışsınız çizgi film izliyorsunuz, hem de Barbie Periler Ülkesinde!

Barbie'yi hiç de sevmem oysaki. Birkaç kere izlemiştim, o kadar. Morun bir tonunu görmemle Barbie'yi anımsamam bir oldu. Çocuklaşmak gerekiyormuş arada demek ki.

 

Çocuklarla uğraşmak zor zanaat. Ama onların dünyalarıyla iç içe olmak, insana farklı bir canlılık katıyor. Yorgunluğu bir yana; o masumlukları, saflıkları, tecrübesizlikleri size çok şey katıyor. Çoğu zaman kaybettiğiniz değerleri hatırlıyorsunuz. Bazen de umut doluyor, kendi dünyanızdan bir an da olsa uzaklaşıyorsunuz. Kaybettiğimiz çoğu şey çocuklarda, çocuklukta. Bunun farkında olmak bile bazen insanın bir şeylerin düzelebileceğine dair inancını artırıyor. Bir yerlerde hâlâ güzel şeyler var…

 

Hayalleriniz var, öyle değil mi? Kaçını gerçekleştirdiniz? Ben küçüklüğümden beri hep takım elbise giyeceğimi, şirkette çalışacağımı hayal ettim. Şimdi bunu yapabileceğim bir bölümde öğrenciyim. Attığım tek doğru adım buydu belki de. Buraya gelene kadar öğretmen olmayı, psikolog olmayı falan düşünüyordum. Sonra öğretmen ya da psikolog olursam kafayı yerim, deyip peşini bıraktım. Farkında olmadan geldim hayallerime giden yola. Birçok seçenek var hayatta. Gitmeniz gereken yere düşe kalka, itile kakıla bir şekilde geliyorsunuz. Başarılı ya da başarısız.


Bir şeyle çok uğraşırsanız da hevesiniz kaçıyor. Psikolojiyle çok uğraşmış olmam da vazgeçmemde bir etken. Yazar olmak istediğimi söylediğimde bunu ikinci bir iş olarak yapmam, asıl işime odaklanmam söylendi. Ama ben yavaş yavaş yazar olma hayalimden de vazgeçiyorum. Herkes yazıyor çiziyor. Yazılanlar hep bir deneyim, hep bir farkındalık. Herkes aynı şeyleri yaşıyor. Milyarlarca insanın milyarlarca derdi yok yani. Her hikayenin ortak bir noktası var. Aynı şeyleri yazıp çizmenin anlamsız olduğu kanısındayım. Zamanla düşüncenin kime ait olduğu bile karıştırılıyor. Önemli olan düşünce tabii ki ama o dedi, bu dedi derken edebiyat hırsızlığı çıkıyor ortaya.

Ergenlik dönemimde yazdığım bir düşünceyi bir kitapta görünce şaşırdığımı itiraf etmeliyim. İnsan bir döngü ve hepimiz deneğiz. Yaşarız, farkına varırız, ifade ederiz. Hepsi bu!

 

Aşk, iş, para? Herkesin bu soruya bir cevabı vardır elbet. Kimileri birini seçecek, kimileri bunların hepsi birbiriyle bağıntılı, diyecek. Yıllardır tartışılan bir soru, hep de öyle kalacak gibi.

Her şeye, hepsine ihtiyacımız var elbet. İnsanız, doyumsuzuz. Ama en önemli şeyi unutuyoruz: huzur!


Hazır olduğunda başla.

Ne yapacaksan hazır hissettiğinde yap. Kendini nasıl rahat hissediyorsan öyle yaşa. Yerinde ve zamanında olman gereken yerde ol. Zamansızlıklar senden zaman çalar! Sakın unutma, kimse senden kıymetli değil. Hiçbir şey senin hayallerinden, isteklerinden değerli değil. Sana değer veren insan seni her halinle kabul eder, herhangi bir çaba harcamana gerek yok. Hiçbir şey bilmiyorsan kitap oku. Her şeyi unut ve kitap oku! O kadar şair, yazar o kadar şeyi boşuna yazmadı. Deneyimlemediysen oku, fikir sahibi ol. Karşılaştığında apışıp kalma! Nerede nasıl davranacağını öğren. Hamlelerini iyi yap, ilerisini düşün. En önemlisi, psikolojiden öğrendiğin en önemli şey: Kendini sev!