Bir uçurum var, öyle herkesin bilmediği, dipsiz bucaksız bir çukura çıkan. Yalnızca, her şeyin eksiksiz olması için kendinden parçaları koparıp koparıp yem edenlerin bildiği bir çukur. Gün içinde yüzüne gülüp sohbet ettiği insanlar iltifat alınca, başarılı olunca hemen ortaya tüm benliğini atıp kıyaslamaya başlayanların aşina olduğu çukur. Sonra da sevdiği insanları kıskanan, onların mutluluklarından mutsuzluk çıkaran, kendini tam da bununla suçlayan, ezilmişliğin kitabını yazan insanların hayatlarını harcadığı çukur. Kazansa da kaybetse de hayatındaki en mühim şey bu olan, her iki ihtimalde de dünya kötüsü olmakla kendini suçlayan, içleri başarma endişesiyle kurtlanmış, yaşadığı çelişkileri kafasının en ortasına lekeli çamaşırlar gibi asmış, buna da ömrünü heba etmiş, mutsuz ve huysuz insanların düşüp de çıkamadığı çukur.


Öylesine içine sinmiş ki yetemeyeceği duygusu; dünyaları yense, alt etse yine çıkmayacak gibi bir koku... Leş gibi; insanın içini bulandırıyor, midesini kaldırıyor. Kimse kendine bu kadar eziyet etmemeli. Kimse kaybetmekten, aşağılanmaktan korktuğu için denemekten çekinmemeli ve sırf küçükken sadece başarılı olduğunda, uslu uslu oturduğunda ya da hanım hanımcık oynadığında görüldü diye, kazık kadar insan olduğunda ya görülmezsem korkusunun kol gezdiği lağım kokulu çukura düşmemeli. Düşüp de kendini, yaşamının ilk yıllarında içine kazınmış yalan yanlış inanışlara yem etmemeli.