Beşinci doğum günüm evde sadece üç malzemeyle yapılabilecek basit bir trajedi:

-Babam annemle tartıştıktan sonra kapıyı çekip gitmiş.

-Vakit gece yarısı. 

-Ateşim  tam da nazara tedbir için söylenmesi yaşlı teyzelerce uygun görülen maşallahların ölçeğinde: kırk bir buçuk derece! 

Kendimi çok yorgun, ağzından ateşler püsküren bir ejderha sanıyorum. Konuşursam alevlerim başucumdaki annemin saçlarını tutuşturabilir. Büyükler bazen hiç laf anlamıyor. Üşüdüğümü söyledikçe üstümü daha çok açıyor annem, ıslak pamuklarla hiç durmadan patlamış dudaklarımı siliyor. 

Üzerime düşen gözyaşları hemen buharlaşmıyor da, kızgın sobanın yüzeyinde seken su damlaları gibi önce bi güzel dans ediyor olmalı. 

Onu ilk kez bu kadar çaresiz görüyorum. 

Gene de, annelerin bize güven veren gölcecik varlığı halüsinasyonun da etkisiyle bilmem kaç kat büyüyor: Nemli kirpikleri dev yelpazelere dönüşüyor, öyle ki; gözünü her kırptığında, seslerini duyuyorum. 

Beni daha da üşüten o ıslak bezi alnıma koymasın diye çok yalvarıyorum. Hiçbir şey annemi üstümü örtmeye ikna edemiyor madem, keşke, her yerimi daha çok sarıp ısıtabilmek için sekiz kollu bi ahtapot olsaydım…

Direnmekten vazgeçiyorum. 

Vücudum donarken, gözlerim amcamın ekmek fırınındaki alevler gibi yanıyor, göz kapaklarım ağırlaşıp üstünü örtüyor sıcaklığın. Az sonra rüyamda amcamın o taze ekmeklerinin kokusunu duyuyorum. 


Bilmem ne zaman, göğsümdeki steteskopun buz gibi soğukluğuyla hastanede açıyorum gözümü. 

Karşımda bembeyaz bir top bıyık, aynı renkte kocaman kaşlar… 

Üzerime eğilmiş bu Hulusi Kentmen’in, adını çıkaramasam da filmlerdeki o dede olduğunu biliyorum. Önce yanaklarıma dokunuyor, sonra hızla çekip üflüyor ellerini; gözlerini kocaman açıp “ufff!” diyor, “ çocuk sen ne biçim yanıyosun!”

İri cüssesiyle havalara zıplayıp güya yanmış ellerini söndürmeye çalışıyor. O filmlerde de hep çok neşeli bu bembeyaz bıyıklar, nar gibi kızarmış kadayıflara dönmesinler diye, kahkahamı tutuyorum. Nefesimle onu küle çevirebilecek bir ejderha olduğumu benden başka kimse bilmiyor.


Bunca titrediğim yetmezmiş gibi, giysilerimin hepsini çıkarıp ıslak havluların arasına yatırıyorlar beni bu kez. Anneme öfkem gittikçe büyüyor. Sonunda o çok korktuğum iğneyi elime saplamalarına da mânî olamıyorum. Yine bastırıyor uyku. Boğuk sesler, gürültüler, çiğ beyaz hastane ışığı gittikçe küçülüyor. Bütün hemşirelerden nefret ediyorum…

 

Uyandığımda nihayet artık üşümüyorum. Hava aydınlık ve ılık. Annem yanımda ve kirpikleri de kısalmış, sesleri hiç duyulmuyor artık.

Biraz sonra yemek getiren görevliyle birlikte kalabalık bir grup odaya giriyor. Karşımdaki boş yatağa bir kız çocuğunu yatırıyorlar ve açık yeşil çarşaflarla örtülüyorlar üstünü. 

Gece bana reva görülen ıslak havluların arasında sönen ateşim, yerini yeşil bir hasete bırakıyor. Kompostonun üzümlerini kovalamaktan vazgeçip bütün dikkatimle odadakileri izliyorum: 

Çocuğun yaşı benden küçük. Etrafında kadından bir kalabalık. İçlerinden birinin annesi olduğu az sonra anlaşılıyor. Sırtında feracesi, altında şalvarı, başında dağılmış, yeşil çiçekli yaşmağı; yırtılmış tozlu, siyah, lastik ayakkabıları; yüzünde yer etmiş açık renkli çizgiler, boynuyla göğsü arasında hep aynı giysiyi giyenlere özgü güneşin belirlediği sınır… Aralarında hızlı hızlı konuşup bekleşiyor kalabalık. Hepsi kadın.

Derken aniden kesiliyor gürültü. Beyaz önlüğüyle aynı tonton içeri giriyor, ama hiç neşeli değil artık. Kadınlar, o konuşurken ellerini koyacakları yeri bir türlü bulamıyor, yüzüne utançtan bakamıyor ve ağızlarını açıp tek kelime edemiyor hiçbiri. Feracesinin önünü iğneliyor bebeğin annesi, yaşmağını düzeltiyor. Bir tek, yerinde duramamasından anlaşılıyor diyemediği kaygıları. Doktor konuşurken hemşire, benimkiyle aynı iğneyi küçüğün eline de batırıyor. Benim gibi ağlamıyor hiç, sadece uyuyor. Aynı iğneyi ona da yapmalarına sinsice seviniyorum. 

Hulusi Kentmen, savrulan beyaz önlüğüyle odadan çıkarken bana dönüp göz kırpıyor. O gidince rahat bi soluk alıyor kadından kalabalık. Annemin sesi de işte o vakit gürültüye karışıyor. Üç yaşındaki bebeğin hikayesini nihayet öğreniyorum artık: 

Annesi annemden hayli büyük. Küçük kız, yıllarca beklenmiş, çok istenmiş ilk bebeği ailesinin. Zeytinli’de çiftçilik yapıyorlar. Yıllar sonra doğacağının müjdesini alan evin büyükleri, erkek olmasını umarak bekliyor onu. Yaşı ilerlemiş anne babasının başka bir bebek sahibi olması umudu yitirilince bebeğin cinsiyeti daha çok önemseniyor. Ne var ki, küçük kızın doğumuyla beliren sevinç, dünyaya geleceğini öğrendikleri günlere nazaran oldukça sönük. Ona bakınca bir tek annesinin gözleri parlıyor. Her şeye rağmen, Hediye koyuyor bebeğin adını. Çileli bir ömre, yıllar sonra tanrıdan verilmiş bir hediye! 

Kusması ve ishali başladığında hiç kimse, erkek beklenen bu kız bebek için annesi kadar kaygılanmıyor. Sütten erken kesmekle suçluyorlar anneyi, ailenin yaşlıları. Bebeğin susuz kalan bedeni günler sonra ancak, tarlada annesinin kollarında baygın düşünce hastaneye getiriliyor. Kısacık üç yılının öyküsünü anlatmaya da henüz birkaç cümle yetiyor.


Sızlanmamdan yorulan annemin söylediğine göre elime giden bu sarı su benim ateşimi düşürmeye, bebeğin de solmuş bedenini yeniden yeşertmeye yarıyor, yani Temel Reisin ıspanağından bile güçlü olmalı. 


Akşam olunca, pencereden görünen büyük çınar ağacının yaprakları beyaz duvarda kelebekleniyor. Kalabalık dağıldığından beri çok sessiz ortalık. Bebeğin annesi koridorda bir aşağı bir yukarı hiç yorulmadan yürüyor. Benimki hiç söylemese de pencerede aslında babamı bekliyor. Belli belirsiz bi umutla ondan önce aşağıya koşup köşeyi dönüyor gözyaşları, oysa yokuşun sonunda da babamdan bir iz yok. 

Hayatları uzunlu kısalı bir sürü kadın aynı odada, yaşamakta ayak diriyoruz. 

Hem, babam şimdi içeri girse, alevli nefesim bile yetmez onu güldürmeye, hep ciddidir bakışları. Belki o da, ablamla beni doğmadan önce erkek çocuk zannettiği için her zaman böyle öfkelidir. 


Sıkıntıdan pörsümüş gözlerle Hediye’ye bakıyorum, küçücük. Ama uyandığında belki onunla oyun oynarız.

 

Sabaha karşı derin uykumuzda “yetişin” diye çınlıyor annesinin çığlıkları. Telaşlı kalabalıkla yeniden doluyor odanın içi. Kimsenin çabası sakinleştirmeye yetmiyor kadını. 

Bu kez önlüksüz, koşarak geliyor doktor da içeri. Bebeğe dokununca, kaşları, artık uçamayan iki yaşlı kuş gibi ortada birleşip tekrar gözlerinin üzerine konuyor. Acıyla genişleyip çatlıyor eski hastanenin duvarları. “Ah yavrum! Serumu bitmiştir, dikkat etmemişsinizdir! Ah yavrum!” Doktorun çırpınışını görünce, sabah bebeğe duyduğum hasetten utanıyorum. Pişmanlıkla doğrulup yatağına bakıyorum. Açık yeşil çarşaf bu kez yüzünü de kaplamış. Sadece küçük sağ eli kalmış dışarıda. Avucuna yakılmış turuncu kınayı o zaman görüyorum.  Bu seslerden o da benim gibi korkar, birazdan ağlar sanıyorum. Hiç ses etmiyor… 

Her yıldönümünde, doğumunu kutlamak için hem bebeğe, hem kendine yaktığı kınalı ellerinin arasından alınıp işte böyle götürülüyor annesinin “hediye”si.